16 Aralık 2014 Salı

KABE’NİN YAPILIŞI

Cennetten çıkarılan Hz. Âdem ve Hz. Havva annemiz yıllarca birbirine kavuşmadan dünyada dolaşırlar ve en son Cenabı Allah’a dua ederler. Bunun üzerine, Rabbimiz onların dualarını kabul eder. Böylece Hz. Adem ve Hz. Hava anamızı Cebel’i Rahme’de buluşturur. Dünya üzerinde buluşan nesilbaşlarımız batıya doğru yönelerek bu günkü Kâbe’nin olduğu yere gelmişlerdir.
Dünyadaki bu buluşmanın onlara verdiği mutluluğa şükür etmek, ibadet etmek, dua etmek isteyen Hz. Âdem, cennette iken etrafında dönerek tavaf ve ibadet ettiği Nur’dan sütun o anda orada tecelli eder. Hz. Âdem de onun etrafında dönerek Allah’a şükrünü eda eder, ibadetini ve tavafını yapar.
Daha sonra bu Nur’dan sütun Hz. Şit Aleyhisselam zamanında kaybolur. Nur’dan sütunun yerine sadece siyah bir taş kalır. Bunun üzerine Hz. Şit Aleyhisselam dört köşe bir bina yapar ve bu siyah taşı binanın bir köşesine koyar. İşte bu gün Hacerül Esved denilen taş bu taştır. Tavafa başlama noktası olarak kabul edilmiştir.
Bu taş ve Hz. Şit’in yaptığı bina Nuh tufanından sonra uzun yıllar kumlar altında kalır. Allah’ın emri ile Hz. İbrahim Aleyhisselam eşi Hacer ile oğlu İsmail’i Kâbe’nin olduğu yere bırakır. İsmail 12–13 yaşlarında iken İsmail’in kurban edilme hadisesi yaşanır. İsmail 30 yaşlarına gediğinde Hz. İbrahim tekrar buraya gelir. İlahi bir emirle oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’nin bulunduğu yeri kazar ve Hz. Şit’in atmış olduğu temelleri bulurlar. Bu temellerin üzerine Kâbe’yi yeniden yaparlar.(Bakara:127) Ancak doğrusunu Allah bilir.
Kâbe, o tarihten günümüze kadar birçok defa tamir görmüştür. Nitekim Hz. Peygamberin büyük dedesi Kusay zamanında tamir edilmiştir. Daha sonra Abdullah b. Zübeyr zamanında, Emevî hükümdarlarından Abdülmelik zamanında tamir edilmiştir.
İlk zamanlar Kâbe ile ilgili görevler İsmail (a.s) tarafından yürütülmüştür. Ardından onun oğluna geçmiş, sonra Cürhüm‘ilere ve daha sonraları çeşitli kabilelere geçerek sık sık el değiştirdikten sonra bu vazifeleri nihayet Kureyş kabilesi üstlenmiştir. Hatta önceleri Kâbe civarında ev yapmak saygısızlık sayılırdı.
Kâbe bakımı Kureyş’e geçtikten sonra bu anlayış yıkılmış ve Kusay tarafından Kâbe civarı ilk defa kabilelere göre parsellenerek evler yaptırılmıştır. Böylece Hz. Peygamber’in dedelerinden Kusay zamanında Mekke ilk defa şehir olarak medenî bir hüviyete bürünmüş oldu. Şüphesiz Kâbe’nin çevresinde insanların bulunması daha eskilere dayanır. Ancak tavaf alanı dışında kalan kısımların parsellenerek mahallelerin oluşturulması Kusay zamanında gerçekleşmiştir.
(alıntı)

24 Ağustos 2014 Pazar

YAVUZ SULTAN SELİM HAN'IN MISIRI FETHİ
SIRASINDA SİNA ÇÖLÜNDEN GEÇİŞİ

Osmanlı ordusu Mısır‘a doğru hareket etmiş ve karşılarına Mısır‘a ulaşmaları için doğal bir engel olan Sina çölü çıkmıştır. Osmanlı askerleri 1,5 senedir seferde bulundukları için yorgun düşmüşler ve vezirlerden bazılarıda bu çölün geçmenin imkansız olabiliceğini geçilse bile çok asker kaybı olacağını düşündükleri için pek istekli olmamamışlardı. Bunu hisseden Yavuz Sultan Selim Han, ordusuna hitaben bir konuşma yaptıktan sonra atı Karaduman‘ı Sina Çölüne sürmüş ver arkasından Osmalı ordusuda çöle doğru yürüyüşe geçmiştir. Çölde yürüyüş çok çetin olmuş su idareli kullanılmış teyemmüm ile abdest alınmıştı. Çölü geçiş sırasında bir ara Yavuz Sultan Selim atından inerek yürümeye başlayınca doğal olarak padişahın yürüdüğü bir sırada kimsenin altı srıtında olamayacağından bütün orduda at sırtında olanlar vezirler, beyler beyiler ve sipahiler atlarından inerek yürümeye başladılar. Son derece cevval ve heybetli Yavuz Sultan Selim derin bir huşu içerisinde önüne bakarak yürüyordu, vezirler ve askerler bu durumu merak etmişlerdi acaba sultan neden yürüyordu? Hemen vezirler padişahın nedimesi, sohbet arkadaşı ve sırdaşı olan Hasan Can‘a müracaat ederek durumu öğrenmesini istediler Hasan Can padişahın yanına yaklaşarak;
- Hayırdır inşaallah Sultanım bütün ordu merak eyler; Devletlü padişahımız, aceb niçin yaya yürürler?diye telaş ederler, dedi.
Yavuz Sultan Selim büyük bir maneviyat ve huşu içerisinde Hasan Can‘a dönerek;
-”İki cihan sultanı Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem önümüzde yaya yürürlerken biz nasıl at üzerinde olabiliriz Hasan Can?…
Bir müddet bu şekilde giden Selim Han, tekrar atına binmesiyle geri kalanlarda atlarına binerek yollarına devam ettiler.
Ve geçilmez denilen Sina Çölü 13 gün gibi kısa bir sürede geçilmiş, yaklaşık 100 yıldır yağmur yağmayan çöle ordunun geçiş sırasında yağmur yağmıştır.

25 Mayıs 2014 Pazar

ÜSTADIN DUASI
Çıktı
 
Hiç bir karşılık beklemeden yapılan hayır, en makbul hayırdır. Allah rızası için yapılan hizmetin de asla karşılıksız kalmayacağı bir aşikardır. Özellikle ihlas ile yapılan hizmet ve hayr ise arş-ı Ala'da geri çevrilmesi mümkün değildir.
Birde hizmet ettiğin şahıs, seni en iyi şekilde yetiştiren üstadın olursa, o zaman yapılan duanın makbuliyetini düşünün. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (SAV), Annebabanın çocuğu için yaptığı duanın ne kadar makbul olduğunu belirtmiştir.
Yapılan dualar kalpten geldikten sonra Cenabı Allah katında asla geri çevrilemez. Özellikle bir garibanın, bir hastanın ve iyi yetişmen için canla başla hiç karşılık beklemeden çalışan, dünya gözünü açan ve ahiret için seni çok iyi hazırlayan anne babanın dışında üstadın yapmış olduğu dua asla geri çevrilemez.
Talebelik yıllarında medrese ve Hac farizesi için çıkılan hac yolunda Halife Hudaynazar hazretlerine hizmet eden Halife Kızılayak'da üstad duası ile şereflenmiştir. Hac yolu ve farizesini eda ederken duaların en makbulünü alan Halife Kızılayak, üstadına olan saygısı ve karşılıksız ihlas ile yapılan hizmetin meyvesini almıştır.
Öyle dualar vardır ki, bunlar asla geri çevrilmez. Bunlar oruçlunun iftar vaktine kadar yaptığı dua, Hacca gidenin hacdan dönünceye kadar yaptığı dua, yolcunun geri döneceğiana kadar yaptığı dua, mazlumun duası, adil hükümdarın duası ve Müslüman’ın din kardeşine yaptığı dualardır.
Sizi üstadın duası ile şereflenen, çeşitli mertebelere yükselen Halife Kızılayak'ın Türkistan ve Afganistan topraklarında halkı için yapmış olduğu cihat ve tasavvuf yolunda izlediği hayatı dikkatinize sunuyorum. Bu eserin kaleme alınmasında emeği geçen herkese sonsuz
teşekkürlerimi bir borç bilirim.

M. Osman Mahdum


DEĞERLİ HOCAM SİNAN YAĞMUR’U ZİYARET ETTİM

Değerli ve pek kıymetli hocam Sinan Yağmur’u ziyaret ederek kendileri ile sohbet etme imkanı buldum.
Hocamızın yazmış olduğu başta Aşkın Gözyaşları serisi Hz. Mevlana, Tebrizli Şems, Kimya Hatun, Hamuş, Aşka Yolculuk Veysel Karani, Cennetin Gülü Hz. Muhammed ve Tarihimi Çok Seviyorum adlı kitaplarını okuyarak kendisine olan hayranlığımı gizleyemem.
Yazmış olduğu eserlere vermiş olduğu ruhu ve hissiyatı kalbinin ta derinliklerinde hissetmemek mümkün değil. Evinin kapısında bizi sıcak ve cana yakın bir şekilde karşılayan pek kıymetli hocam Sinan Yağmur’un sohbetine katılmak ve O’nun değerli görüşünü almak benim için ulaşılması çok zor bir şeydi.
Bende nacizane kaleme aldığım ‘’Hasır İzi’’ Afganistan’dan Anadolu’ya Son Göçün Hikayesi adlı kitabımı kendilerine takdim ettim.
Özellikle Afganistan’dan gelen göçmenlerden olduğumu öğrendiği zaman gözleri parladı ve Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri’nin dünyaya geldiği toprakları kendisinin de ziyaret ettiğini ve hatta dünyaya geldiği evin yıkık ve perişan bir halde olmasına rağmen orada bir köşesine geçerek saatlerce zaman geçirdiğini anlattı.
Aşkın Gözyaşları Hz. Mevlana’yı kaleme almadan önce Mevlana’nın dünyaya geldiği bu mekanları ziyaret ettiğini ve oradaki havanın canlı canlı teneffüs ettiğini ifade etti.
TİKA’nın girişimi ile Mevlana’nın dünyaya geldiği bu evin restorasyonun başladığı ve en kısa zamanda açılışının yapılacak olmasından büyük sevinç duyduğunu anlattı.
Değerli hocam ve üstadım Sinan Yağmur’un kalemine güç ve Allah’tan zihin açıklığı diliyorum.

M. Osman Mahdum

13 Nisan 2014 Pazar

KUTLU DOĞUM HAFTASI



NEBİLER BİLE SENDEN MEDET İSTER

Sevdim seni mabuduma canan diye sevdim
Bir ben değil âlem sana hayran diye sevdim
Evlad-ü iyalden geçerek ben ravzana geldim
Ahlâkını methetmede Kur'an diye sevdim

Kurbanın olam şah-ı resûl sen kovma kapından
Didarına müştak olacak Yezdan diye sevdim
Mahşerde nebiler bile senden meded ister
Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim

Anonim




11 Mart 2014 Salı

OSMANLI'DA HAT SANATI
Anadolu'da bir söz vardır "Kuran-ı Kerim, Arabistan'da çıktı, Mısır'da okundu, İstanbul'da da yazıldı" derler.
Bu sözü adeta hayata geçirircesine Osmanlı döneminde Hat sanatı oldukça gelişmiş ve altın dönemini yaşamıştır. Hat sanatı kamış kalem ve is mürekkebinin işbirliğiyle insan elinin vücuda getirdiği bir çizgi saltanatıdır. Bu mucizevî yazıya hak ettiği emeği vermek ise Osmanlı Türklerine nasip olmuştur.


Adeta ellerinden gül dökülen Anadolu'nun nadide ustalarından Amasyalı Yakutü’l-Musta’sımî, sülüs, nesih, muhakkak, reyhânî, tevki ve rıkâ olmak üzere altı yazı çeşidinin kurallarını toplayarak başarıyla uygulamıştır. Güzelim Osmanlı hattatları, bu yazılardan en çok nesin ve sülüs’u sevmiş ve kullanmıştır.
Amasyalı Şeyh Hamdullah, nesih ve sülüs yazılarının en seçkin örneklerini vermiş ve uzun yıllar diğer Türk hattatların örnek aldığı, izinden gittiği bir sanatçı olmuştur.
Ahmet Karahisarî, Yakutü’l-Musta’sımî’nin yazı üslûbunu yeniden canlandırmışsa da, Türk hattatları, onun ölümünden sonra yeniden Şeyh Abdullah’ın üslûbuna dönmüşlerdir.
Türk hattatların yazdığı Kur’an-ı Kerîm’lerin ana metinlerinin hemen hemen tümü nesih yazı, büyük yazılar ve başlıklar ise genellikle sülüs yazı ile yazılmışlardır. Kur’an yazısını geliştiren ve doruğuna ulaştıran Hafız Osman’dır.
Türk hat sanatı, diğer sanat dallarının tersine gelişimini 19.yy’da da sürdürmüş, kendini dış etkilerden korumuştur. Celî sülüs yazıyı geliştiren Mustafa Rakım ve onu izleyen Sami Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi ve bir İran yazı türü olan Ta’lik yazıyı yeğleyen Yesarizade Mustafa İzzet Efendi gibi hattatlar, yazı sanatını geliştirmişlerdir.
Osmanlı'da yazı sanatı, yalnızca kitap yazılarıyla sınırlı kalmamış. Ender rastlanan eserleriyle  gelişmesini duvarlara asılan levhalarda, cami ve başka yapıları süsleyen yazılarda, çeşitli yerlerdeki kitabeler ve padişah tuğralarında da sürdürmüş. Bu alanlarda da seçkin eserler verilmiştir.
XV. asrın ikinci yarısından beri kullandığımız Ta’lik yazısınnı bizde akademik olarak ele alınışı, İran’ın mâruf Ta’lik üstadı İmâdü’l-Hasenî’den sonra olmuştur. Türk hattatları bu üslûbu öylesine benimsemişlerdir ki, üstün başarı gösterenlere imâd-ı Rûm (Anadolu’nun imâdı) denilmesi adet olmuştur.
Görülüyor ki, yazı sanatımızda devamlı bir süzülüp arınma ve üsluplaşma vardır ve bunlar esas bozulmadan yapılmıştır (Anonim)

10 Şubat 2014 Pazartesi


 HACI ABDULLAH LOKANTASI

İstanbul'un her köşesi bir tarih kokuyor. Geçtiğimiz günlerde Beyoğlunda, İşletme ruhsatı Sultan II. Abdülhamit Han tarafından verilen Hacı Abdullah lokantasında yemek yedik.
1888 yılında açılan damak tadına ve göze hitab eden Hacı Abdullah lokantasının tarihten gelen eski gelenk ve göreneklerini yaşatarak, usta çırak ilişkisinin en ustaca yaşandığını gördüm. Biz Türk'lerde et yemekleri bir kültürdür.

Öyle tahmin ediyorum ki en iyi etli yiyeceklerin de bizde olduğunu düşünüyorum. Bu çeşitlerin ve renklerin en güzel örneklerini ise ustaca işlendiği ve hayata geçirildiği yerin ise Hacı Abdullah Lokantası olduğunu gördüm.
Yemek çeşitlerinin lezzeti sadece yerel halka değil yabancı konukların da dikkatini hayli çekmiş durumda.

Çeşitli ülkelerden gelen resmi ve özel heyetler, "Abdullah Efendi”de ağırlanırmış. 1915 yılında ise Abdullah Efendi Lokantası, Karaköy Rıhtımı’ndan Beyoğlu’na taşınır. İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Rumeli Han’ın zemin katında hizmetine devam eder. Abdullah Efendi burada da Usta Çırak ilişkisi çerçevesinde işine devam eder.

25 Ocak 2014 Cumartesi

 SULTAN 2. BAYEZIT 
(1448-1512)

Sekizinci Osmanlı padişahıdır. Küçük yaştan itibaren büyük bir ihtimamla yetiştirilmiştir, henüz yedi yaşında iken, Hadım Ali Paşa’nın nezaretinde Amasya valiliğine tayin edilmiştir. Böylece üstün bir devlet adamı olarak yetişmiştir. 2. Bayezıt Han, üstün bir devlet adamı olduğu gibi, aynı zamanda sanatkâr bir mizaç ve şahsiyete de sahiptir. Bestekâr şair ve hattat olarak da temayüz edilmiştir. 
Sultan Fatih devrinde başlamış olan ilmi çalışmalar, Bayezıd-i Veli’nin ince anlayış ve zekası ile inkişaf etmiş, diğer İslam memleketlerindeki alim ve ariflerle de alakadar olunmuştur. Herat’ta bulunan Molla Cami Hazretleri ile Buhara’daki Nakşibendî dergâhının şeyhi ve müritlerine şahsi mülkünden maaş bağlamıştır. Hace Abdülhadi’yi İstanbul‘a davet etmiş ve çok ikramda bulunmuştur. 
Sultan 2. Bayezıd, veli ünvanıyla anılacak kadar mütedeyyin ve perhizkâr bir hayat sürer. O kadar ki, Bayezıd Camisi’nin açılışında etrafındakilere dönüp: ’Her kim müddet-i ömründe ikindi ve yatsı namazlarının sünnetlerini terk etmemiş ise, cemaate o imamlık etsin’’ der ve derya misali cemaatten ses çıkmayınca : ’’Elhamdülillah, hazarda ve seferde cemi sünnetleri dahi terk etmedik’’ deyip imamete durduğunu rivayet ederler.
İkinci Bayezıd’ın veliliği için hoş bir hikâye daha anlatılır. Güya Bayezıd Camisi’nin kıble istikametini tesbiti için mimar Sultan Bayezıd’e, kıbleyi nereye koyacağını sorar. O da mimara ayağına basmasını söyler. Bu emri yerine getiren mimar, karşısında Kâbe’yi görür. Bu vakayla halk arasında, bu caminin İstanbul’da kıblesi en doğru olan cami olduğu rivayet edilir yayılır ve diğer camiler buna göre kıblelerini düzenlerler. Sultan Bayezıd Han, kendi adıyla anılan bu cami-i şerifin inşaatında, sık sık gelip bizzat bedenen de çalışırdı. Bu çalışmaları sırasında bir gün, , ustalardan birinin duvarı gayet süratle örüp, yükselmesi dikkatini çekdi. Alakayla bakınca şairin :’’Ehli-dil birbirini bilmemek insaf değil’’ ifadesi vechile, O’nun Hızır - aleyhisselam - olduğunu anladı. Hemen yanına varıp o’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya tuttuktan sonra: ‘’Her namaz vaktinde bu camiye uğrayacağına söz vermezsen. Şimdi bağırır ve Hızır’ ı yakaladığımı bütün cümle âleme ilan ederim!’’ dedi. Hızır Aleyhisselam. Özür beyan etti, işlerinin çokluğunu ileri sürerek, böyle bir külfetten af edilmesini diledi. Fakat Veli Bayezıd, her namaz vaktinde uğramak iddiasını, günde bir defa uğramak şeklinde hafifleştirdiyse de, Hızır Aleyhisselam, buna da razı olmadı. Nihayet, haftada bir kere uğramak şeklinde talebini kabul etmesi üzerine Bayezıd-i Veli, Hızır –aleyhisselam-‘ı serbest bıraktı.

2. Bayzeıd, kendisiyle çok iyi dost olan hak dostu Baba Yusuf’u Hacc’a uğurlamak için atağına kadar gider. Ona bir miktar altın teslim der :’’ Bu elimle kazandığım helal kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tahire’nin kandilleri için harca. Allah Resulü’ nün yanına varınca .’Ey Allah’ın Resulü, günahkar kul Bayezıd’ın sana selamı var, bu altınları türbein kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurursanız’de’’der... Mescid-i Nebevi’nin kandillerinin yağı, uzunca bir müddet bu altınları alınır. 2. Bayezıd bu altınları almış, kendi eliyle yaptığı el işlemlerini, pazarda gizlice sattırarak biriktirmişidir.
(Kaynak: Osmanlı Padişahlarında Peygamber sevgisi -  Cemalnur Sargut)