25 Aralık 2010 Cumartesi


TALİKAN'A YAZIK OLDU

Bir hadis
"Talikan'a (Afganistan'a) yazık oldu. Şüphesiz Allah Teala'nın orada altın ve gümüş olmayan hazineleri vardır. Orada Allah'ı hakkıyla bilen insanlar vardır. Onlar ahir zaman Mehdi'sinin yardımcılarıdır."(Kitab-ül Burhan Fi Alameti-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 59)''
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Mehdi (a.s.)‘ın ortaya çıkışının alametlerini çok detaylı şekilde haber vermiştir. Efendimiz (s.a.v.)‘in haber verdiği bu alametlerin yüzden fazlası Hicri 1400 itibariyle, teker teker gerçekleşti.
Resulullah (s.a.v.)‘in Hz. Mehdi (a.s.)‘ın çıkış alameti olarak bildirdiği olaylardan birisi de Afganistan’ın işgalidir. Bilindiği üzere Hicri 1400’ün tam başında, 1979’da Afganistan Rus orduları tarafından işgal edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.)‘in bu gelişmeyi haber verirken bildirdiği önemli bilgilerden biri de “Afganistan’da altın ve gümüş olmayan, madeni hazineler bulunduğu”dur.
Nitekim son yapılan araştırmalar, Afganistan’da toplam değeri 1 trilyon doları bulan maden rezervi olduğunu ortaya koymuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)‘in bundan 1400 sene önce haber verdiği bu bilginin günümüzde ortaya çıkışı, mübarek Peygamberimiz (s.a.v.)‘in Allah’ın lütufuyla gösterdiği mucizelerinden biridir.

Talikan’a (AFGANİSTAN‘A) yazık oldu.
Peygamberimiz (s.a.v.) diyor; “Yazık oldu Talikan’a, orada zengin madenler vardı” diyor. “Zengin hazineler vardı yer altında” diyor, aynısı bak. “Orada Allah’ı hakkıyla bilen insanlar vardır. Onlar Ahir zaman Mehdisinin yardımcılarıdır.” (Kitab-ül Burhan Fi Alemeti-il Mehdiyy-ill Ahir Zaman, s. 59). Demek ki Afganistan’daki delikanlı yiğitler, hepsi Mehdi (a.s.)’ın yakın talebeleri olacaklar inşallah.

-1 TRİLYON DEĞERİNDE MADEN
New York Times Gazetesi, Afganistan’da değeri 1 trilyon doları bulan bakır, demir, kobalt, altın gibi madenler keşfedildiğini yazdı.
New York Time Gazetesi Haziran 2010 da yayınladığı bir haberde ABD'li hükümet görevlilerinin verdiği bilgiye göre, bölgede zengin bakır, demir, kobalt, altın gibi madenleri bulundu. ABD yetkililerine göre yeni bulununa rezervler ile Afganistan madencilik yönünde dünya üzerinde söz sahibi olacak. New York Times, Amerikalı yetkililerin bulunan maden rezervlerinin Afgan ekonomisini ve Afganistan’daki savaşı tamamen değiştirebileceğini söylediğini yazdı.
Gazete, bir Pentagon notlarında Afganistan’dan "Lityumun Suudi Arabistanı" şeklinde bir benzeteme yapıldığına dikkat çekti. Lityum, pil üretiminden laptop ve Blackberry üretimine kadar kullanılmasıyla yeni teknolojinin en kritik madenlerinden biri. Afganistan’ın sadece Gazni vilayetindeki lityum yatağının şu an dünyanın en büyük lityum kaynağı olan Bolivya’nın yatakları kadar zengin olduğu belirtiliyor.
NY Times’a yer alan haberde maden yatakları Pentagon yetkilileri ve Amerikalı jeolistlerden oluşan dar bir ekibin çalışmalarıyla bulundu. Amerikalılar, bulunan madenler konusunda Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai’yi de yakın zaman önce bilgilendirdi.
Afganistan’daki birliklerden sorumlu ABD Merkezi Kuvvetler Komutanı Orgeneral David Petraus ise, Afganistan’ın maden potansiyelini ‘hayret verici’ olarak nitelendirdi.
ÇİN'İN GÖZÜ MADENDE
Afganistan'da bulunan potansiyeli henüz tam olarak belirlenmemiş rezervler Çin'in de ağzını sulandırmaya başladı. Afganistan’ın maden cenneti olduğunu bulan Amerikalıların en büyük korkusu ise, büyük kaynak açlığı çeken Çin. ABD, Çin’in bu büyük maden kaynağı için Afganistan’a çökmesinden korkuyor. Çin, kaynak bölgesindeki bakır madenlerinin işletme ihalesini kazanmıştı. Ancak daha fazlasını istiyor.
Konuya dair bir başka endişe ise Afganistan'ın güçlü bir endüstriye sahip olmayışı. Bölgede araştırma yapan uzmanlar çevresel korumaya dair öncesinden bir çalışma olmamasını tehdit unsuru olarak görüyorlar ve bölgede sosyal ve ekonomik gelişmeleri ne kadar destekleyeceği konusunda endişelerini dile getiriyorlar.
(Ajanslardan)
(Hazırlayan: Osman mahdum)

15 Aralık 2010 Çarşamba


ERKİN TÜRKİSTAN PARTİSİ'NİN KURULMASI

1960'lı yılların başında, Kral Zahir Şah döneminin hüküm sürdüğü Afganistan da; illegal olarak kurulan (iki ayrı gurupta) partiler çalışmalarını sürdürüyordu. Bunlar aşırı sol görüşlü komünist yanlısı partiler ve sağcı radikal dinci guruplar arasında kurulan partilerdi.
Solcu gurupların başında Babrak Karmal ve Nurmuhammet Teraki, dinci gurupların başında da Sıbğatıllah Müceddedi ve Burhanettin Rabbani bulunuyordu. Dinci guruplara Pakistan hükümeti tarafından destek verilirken, solcu guruplara da ülkenin kuzey komşusu Rusya tarafından destek sağlanıyordu.
Solcular daha sonra aralarında Halkçı ve Perçem olmak üzere iki guruba ayrılmıştı. Halkçı kesimin başında Teraki, Perçem kesiminin başında da Babrak Karmal bulunuyordu. Ancak, Rusların duruma müdahale etmesi neticesinde iki gurup, Afganistan Demokratik Halk Partisi adı ile tek çatı altına alınmıştı. Her iki parti de Sovyet yanlısıydı ve Marksist ideolojiyi benimsediği için tek çatı altında toplanmasında bir sorun yaşanmamıştı.
Öte yandan İran'ın destek verdiği 'Mahazi Milli' adlı parti ve Çin'in desteklediği 'Maocu Şöle-yi Cavit' isminde komünist parti bulunuyordu.
Bu arada Rusların Afganistan'ı işgal etmesiyle, dinci partiler ve kurucuları Pakistan'a kaçarak geçerken, solcu partiler ise tümü ülkede kalmayı yeğledi.

ERKİN TÜRKİSTAN PARTİSİ

Diğer taraftan, desteği ve muhafazası ancak Cenab-ı Allah'a kalmış 'Erkin Türkistan' adındaki Türklerin kurduğu partide vardı. O da söz konusu partilerin kurulmasından ancak on yıl sonra gerçekleştirilebildi. (1971)
Her konuda tamamen mahrum kalmış, Güney Türkistan halkını tek çatı altına toplamak ve ortak bir seda oluşturmak için kurulan bu parti, çok zorluklarla yaşatılmaya çalışıldı. Parti tüzüğü konusunda çalışmaların gizlilikle yürütüldüğü bu partinin, güneyde Afganlılar ve kuzeyde de ezeli düşmanları bulunuyordu.
Bölgede, ''Basmacı'' ruhunun yeniden canlandırılmaması için her türlü baskı ve eziyete maruz kalan Türkler, her türlü zorluklara katlanarak böyle bir parti kurmayı başarabilmişlerdi.
Başta önderliğini Abdulkerim Mahdum beyin yaptığı başta; ''Kümite-yi Ferhengi Türkhayi Afganistan'' isminde bir yapılaşmaya gidildi. Bu yapılanmayı gerçekleştirenler Abdulkerim Mahdum beyin yanı sıra, Halife Nurettin, Mevlevi Cevheri, Yüzbaşı Köki ve Semenganlı Savcı oluşturuyordu.
1971 yılında Afganistan parlamentosunda bulunan Abdulkerim Mahdum beyin büyük bir gayreti ve Türk asıllı milletvekillerinin desteği ile Afganistan radyosunda Özbek ve Türkmen dilinde yayın hakkı elde edilecektir.
20 Eset 1350 Hicri Şemsi yılında (1971) radyo hakkın alındığı gün Kümite-yi Ferhengi yapılanmasını, ''Erkin Türkistan'' partisi ismine dönüştürülerek tescili yapılarak resmen bir parti oluşturulmuştur. Amblemi ise,''Bir Bozkurt'un gökyüzüne doğru kafasını çevirmiş ve uluyan şekilde, üstünde de hilalimsi bir şekilde yazılan 'Allah Türkleri Koru' ibaresi vardır.
Erkin Türkistan Partisinin kurucuları başta Abdulkerim Mahdum, Halife Nurettin Mahdum, Kadir Hekim, Abdulhekim Kara, Osman Han, Mevlevi Cevheri, Yüzbaşı Köki ve Albay Abdulkerim bulunmaktadır. Söz konusu kurucu üyeleri Özbek ve Türkmenlerden oluşmaktadır.
Bu yapılanma; Rusların Afganistan'ı işgaline (1978) kadar gizli olarak faaliyetine devam etmiştir. Rus'un Afganistan'ı işgali sonucu parti örgüt liderlerinden bazılarının şehit edildiği söz konusudur. Partinin diğer liderleri ise Pakistan'a hicret etmiş ve çalışmalarını burada devam ettirmiştir.
İşgalin ağır faturalarından biriside yapılanmanın lideri Abdulkerim Mahdum'a çıkmıştır. ''Turancı''lıkla suçlanarak yakalanıp kuzeydeki Şıvırgan hapishanesinde, tecrit edilmiş özel bir hücrede 14 ay tutuklu kalan Mahdum, burada çeşitli işkencelere maruz kalmıştır. Çıkarıldığı düzmece mahkemelerde üç kez idam cezasına çarptırılarak imha edilmeye çalışılan Mahdum, Allah'ın hikmeti ile çeşitli vesilelerin araya girmesiyle bu cezadan kurtulur.
Babrak Karmal'ın iktidara gelmesi ve çıkarılan genel af çerçevesine giren Abdulkerim Mahdum, serbest bırakılacaktır.
Kendisine daha sonra Karmal tarafından, kurduğu hükümette yer alma teklifi ve görevinin de diyanet işleri görevlisi olarak çalışması teklif edilen Mahdum, bu görevi 'kerhen' az bir süre yapmak zorunda kalmıştır.
Mahdum'a görev vermekle stratejik bir düşünce yürütmüş olan Babrak Karmal'ın bu atağının amacı, kuzeyde yaşayan Türklerin sempatisini kazanmak olduğu kısa zaman içerisinde fark edilmiştir. Başkent Kabil'e gelerek devlet görevlisi olarak yaşamını sürdüren Abdulkerim Mahdum, bir yandan da Pakistan'a kadim, mücadele arkadaşlarının yanına gitmeyi planlamaktadır. Bu görev onun için büyük bir fırsata dönüşmüştür. Bunun farkına varan hükümet yanlıları, Mahdum'u 24 saat gözetim altına alır.
Gözetlenmekten ve her yaptığı işinin takip edilmesinden son derece rahatsız olan Mahdum, yetkililerden 'hiç değilse gündüz vakitlerinde evimin önünde tankları durdurmayın' şeklinde temennisini belirtir. Gerekçe olarakda kuzeyden kendisini ziyarete gelen Türklerin bu konudan rahatsız olacağını ve yanlış anlaşılmalara neden olacağını ifade eder. Makul ve mantıklı bir istek olarak Mahdum'un bu serzenişi kabul görür.
Mahdum artık planının ikinci evresini yaşayacak ortamı yakalamıştır. Kandahar'da bulunan akrabalarını ziyaret etmek istediğini yetkililere inandırıcı bir dille aktaran Mahdum, aile fertlerini Pakistan'a kaçırmayı başarmıştır. 12.09.1980
Bu arada Mahdum iki kardeşini şehit vermiştir. Başına gelen tüm dert ve meşakkatlerin, siyasete karışmasından kaynaklandığını düşünen Mahdum, bu karara varmasının ardından 'siyasete tövbe' der.
Pakistan'da Mahdum'u ilk ziyaret eden kişi, kendisinden yıllar önce kaçarak buraya gelen Burhanettin Rabbani olur. Daha sonra sırasıyla Mevlevi Müceddidi ve Gülbettin Hikmetyar dışında tüm parti liderleri tek tek Mahdum'u ziyaret ederler. Liderler, bu ziyaret sırasında Mahdum'a kendi partilerine katılması için teklif getirirler.
Tüm bu ısrarlı teklifleri reddeden Mahdum, siyasete tövbe ettiğini ve bundan sonraki amacının ailesini Türkiye'ye götürmek olduğunu nezaketen belirtmiş olur.

İTTİHADİYE-Yİ İSLAMİ VİLAYETİ ŞİMAL AFGANİSTAN PARTİSİ



Zaman geçtikçe Güney Türkistan'dan gelen ahalinin sıkıntısının çok olduğunu, bu halkın Afganlı partilerden parayla silah aldıklarını ve Türkistan'a giderek cihat ettiklerine şahit olur.
Bu durum Mahdum'un da canını oldukça sıktığı gibi, diğer Türkistanlı aydınların da bayağı canını sıkıyordu.
Bir gün Mevlevi Tahir Mutahari (Özbek asıllı) Abdulkerim Mahdum'un yanına gelir ve derki ''Oğlum sen nasıl Turancı'sın? Kendinden utanmıyor musun, halkın senden çok şey bekliyor. Nerede kaldı Erkin Türkistan partisi. Ya bir parti kuracaksın, ya da kendini Türk olarak tanıtma'' der.
Mevlevi Mutaharın bu sözleri Abdulkerim Mahdum'a büyük bir kamçı olur.
Mahdum, ''Siyaset yüzünden başıma gelmeyen kalmadı. İki kardeşimi şehit verdim. Kalan ömrüm Türklere feda olsun.'' der ve parti çalışmalarına başlayacaktır.
Kurulacak partinin Pakistan'da, uluslararası yardımlardan da yararlanabilmesi için hükumet tarafından da resmi olarak tanınması gerekiyordu. Büyük bir gayretle yola çıkan Mahdum, Pakistan'da bulunan Güney Türkistan ahalisinin ileri gelenleri olarak başta Abdulkerim Mahdum, Abdulmennan Mahdum, Mevlevi Tahir Mutahari, Dr. Azam Datfer, Hafizullah Siyrat, Rahmetullah Yardımcı, Hemra Bilgen, Mevlevi Abdulrahman, Kari Abdulhaluk, Kari Mahmet Hüseyin ve Mustafakul tarafından örgütlenerek ''İttihadiye-yi İslami Vilayeti Şimal Afganistan'' isminde bir parti kurar.
Parti'nin amblemi Kelime-yi Şahadet, iki minareli cami şeklinde yapılır. Bu partinin başına geçmek istemeyen Mahdum büyük bir ısrar sonucu kabul etmek zorunda kalır. (1981) Parti'nin Pakistan hükumeti tarafından resmi olarak tanındığı gün Abdulkerim Mahdum bey çocuklar gibi havalara zıplayarak ''artık halkıma daha rahat silah ve mühimmat temin edebileceğim'' diye sevinçten zıplıyordu.
İlk parti silah çıkardığında Güney Türkistan'dan gelen Türk asıllı mücahitleri silahlandırarak başına da kardeşi Abdulmennan Mahdum'u göndermiştir.
Parti kurulur, Güney Türkistan'dan gelen mücahitlerde direk İttihadiye-yi İslami Vilayeti Şimal Afganistan partisine koşarlar. Hiç hesapta olmadığı kadar yoğun gelince bunların kalacak yer ve yiyecekleri, bayağı sıkıntılı günler geçirmesine neden olur.
Bir defasında Abdulkerim Mahdum bey parti merkezinde Güney Türksitan'a gidecek mücahitlerin yiyecek sıkıntısı yaşadığını görür. Parti de de yeterli para olmadığın için sırf mücahitlerin ekmek yapmaları için un almaya ihtiyaç duyulur. Partide de yeterli para olmadığı için elindeki saati çıkarır ''bunu satın Ya da iki günlüğüne rehin bırakın'' der.
Mahdum'un kurduğu yeni parti merkezi, Hikmetyar'ın adamları tarafından iki defa silahlı saldırıya uğrayacaktır. Her seferin de geri püskürtülen Hikmetyar'ın adamları, Mahdum beyi suikast etmeye de yeltenirler.

MAHDUM BEYİN AZAT BEĞ İLE TANIŞTIRILMASI

Gelelim Azat Beğ'in Abdulkerim Mahdum bey ile tanışması ve arasının açılmasına.
Parti kurulduktan sonra yukarıda da belirttiğimiz gibi hem maddi hem manevi açıdan çok sıkıntılı anlar yaşanır.
Parti kurucu üyeleri arasında, en hararetli kişi olan Mevlevi Tahir Mutahari, Azat Beğ'i Abdulkerim Mahdum beyin yanına getirir tanıştırır. Azat Beğ'in Pakistan vatandaşı olduğunu, burada okuyarak yetiştiğini, babasının 2. Dünya savaşında sürgün edilerek Pakistan'a gönderildiğini ve Azat Beğ'in de çok milliyetçe Özbek asıllı bir çocuk olduğunu söyler. Aynı zamanda Pakistan istihbaratında çalıştığı için bir çok konuda da yardımcı olacağını düşündükleri için İttihadiye-yi İslami Vilayeti Şimal Afganistan partisi'ne üye edilmesini ister.
Mevlevi Mutahar'ın tanıştırdığı insanın nasıl olacağını hiç düşünmeden kabul eden Abdulkerim Mahdum bey, Azat Beğ'i partiye kabul eder. Hatta çalışmalarına ve yaptığı işlere bakarak yardımcı olarak atayacaktır.
Mahdum, Azat Beğ'i beraberinde Türkiye'ye götürerek zamanın önemli siyaset adamları ile tanıştırır. Kendisinin gidemediği yerlere gönderir ve çok güvenir. Hatta partinin gelir ve giderleri ve hesap işlerinin Azat Beğ'e veren Mahdum, Arabistan'da bulunan Türkistan'lı ahalinin yapacakları maddi yardımları için ve para toplaması için aynı zamanda tanınmasına vesile olacağı için Arabistan'a gönderir. Orada bulunan Türkistan ahalisinin verdiği yardım paralarını alarak gelirdi.
Aradan aylar geçtikten sonra, en hararetli ve parti içinde lokomotif gözüyle baktığı Mevlevi Tahir Mutahari cinayete kurban gider.
Bu olay Abdulkerim Mahdum'u çok direnden yaralar. Tüm parti mensuplarını seferber eder ve Mutahar'ın katilinin bir an önce bulunmasını isteyecektir.
Parti istihbarat teşkilatı Mutahari'nin ölümü Azat Beğ tarafından olduğu üzerinde durur. Mahdum buna ilk başta hiç inanmaz. Çünkü kendisi ile Azat Beğ'i tanıştıran Mutahari idi. Bu hiç anlam verilecek gibi değildi.
Azat Beği sorguya çekerler. Azat Beğ, Mutahari'nin mücahitlerin silahını sattığını, iki adet kaleşnikof silahı kattığını ve hırsızlık yaptığı için öldürdüğünü itiraf eder. Mahdum beyde büyük bir hayal kırıklığına uğrar ve Azat Beğ'i partiden ihraç eder. Mahdum bey ile Azat Beğ'in arasının açılmasının temel sebebi budur.
Oysa Mahdum'un Türkiye'ye gitme planları vardır. Toplam 4 bin 500 Türk'ü Türkiye'ye götürecektir. Parti başkanlığını da Azat Beğ'e bırakma düşüncesi taşıyordu. Söz konusu olaydan sonra tüm hayalleri suya düşer.
Mahdum, Türkiye ye gelme hazırlıklarına devam eder. Partisine yeni üye olan Tacik asıllı Vekil Ekberi'yi yerine Parti lideri seçer. Peşaverde kurulan partinin başına üç ay aradan sonra yeniden gelmeyi planlayan Mahdum, Türkiye ye geldikten sonra Pakistan'a dönemez. Çünkü Türkiye'ye toplu halde iltica talebinde bulunmuştur. Vatandaş olmadan yurt dışına çıkışı yasaklandığı için de Pakistan'a gidemez.
Mahdumsuz parti giderek zayıflamıştır. Bu arada Azat Beğ yeni bir parti kurmuştur. Partinin dağılması ve maddi sıkıntıya düşmesinin ardından, diğer parti yetkilileri de Azat Beğ'in kurduğu partiye yönelmeye başlamıştır.
Bu arada, Mahdum Bey, Afganistan dışında olmasına rağmen Azat Beğ'e yeterince destek vermeye devam etmektedir.
Rahmetli'nin şehit olmasına en çok üzülen yine Mahdum bey olmuştur. Çünkü, Mahdum bey, Azat Beğ ile yaptığı uzun sohbetlerinde aynı ideolojiyi taşıdığını, aynı hedefler için çalıştığını görecektir.
Parti içindeki meydana gelen olumsuz olaya rağmen, kendisinin yurt dışında kaldığı ve halkının önünde olamadığı için eksikliğini giderecek bir şahısın Azat Beğ olduğunu hep düşünmüştü.

(Hazırlayan: Osman Mahdum)

10 Aralık 2010 Cuma



MEVLANA CELALETTİN RUMİ'NİN OLAĞAN ÜSTÜ KEHANETLERİ


Mevlana 13. asırda atom bombasının tehlikelerinden söz ediyor.

Dokuz gezegenin bulunduğunu söylüyor. Oysa bilim bunu ancak 1930 da ortaya koyabildi.
Selçuk Üniversitesi (SÜ) Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Abdullah Öztürk, mezarı vasiyeti üzerine Paris’ten Konya’ya nakledilen, "Mecalisi Sebai", "Fihi Mafih ve Mesnevi"yi Fransızca’ya çeviren Eva De Vitray Meyerovitct’in, Mevlana’nın 13. asırda atom bombasının tehlikelerinden haberdar olduğunu ortaya koyduğunu bildirdi.
Meyerovitct’in manevi oğlu, Selçuk Üniversitesi (SÜ) Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Abdullah Öztürk AA muhabirine yaptığı açıklamada, Meyerovitct’in mezarını, vasiyeti üzerine 17 Aralık 2008’de uzun uğraşlar sonucu Paris’ten alıp Mevlana’nın mezarının bulunduğu Mevlana Müzesi’nin yanındaki Üçler Mezarlığı’na naklettiklerini anımsattı.
İslamiyeti seçen Meyerovitct’in aynı zamanda bir sufi olduğunu ve Müslüman olduktan sonra "Havva" ismini kullandığını dile getiren Öztürk, "Mevlana’nın eserleri Mecalisi Sebai, Fihi Mafih ve Mesnevi’yi Fransızca’ya çeviren Meyerovitct, aslında Mevlana’nın mesajlarındaki şifreleri çözmeyi başarmış ender kişilerden biridir. Pek çok Batılı’nın Mevlana’yı tanıması hatta Müslüman olmasına vesile olan Meyerovitct, verdiği konferanslarda Mevlana’nın eserlerinde işaret ettiği hikmetleri açıklıyordu" dedi.
Öztürk, bugün herkesin Mevlana’yı daha fazla merak ettiğini ve modern yaşamda başa çıkamadığı dertlerine Mevlana ile çözüm yolu bulmaya çalıştığını dile getirerek, "Meyerovitct’in videoya aldığım konferanslarından, Mevlana’yı anlamak isteyenler için, O’nun ağzından bir sunum hazırladım. Görüntülü ve yazılı olarak bu anlatıları paylaşmayı, hem Hazreti Mevlana’nın hem de İslamiyet’in bir batılı gözüyle doğru tanıtımı için çok önemli görüyorum. Meyerovitct; modern bilimin 1930’da ortaya koyabildiği atom bombasının tehlikesini ve 9 gezegenin bulunduğunu Mevlana’nın daha 13. asırda bildiğini ortaya çıkardı" diye konuştu.
Prof. Dr. Abdullah Öztürk’ün hazırladığı Meyerovitct’in Mevlana’yı, Batılı bir aydının dilinden anlatan açıklamaları şöyle: "Fransız dini yetkililerden aldığım bilgilere göre Müslümanlığı kabul edenlerin çoğu aydın kişilermiş. Bunlar bir şeyler arıyorlardı ve aradıklarını, özlemlerini İslam dininde buldular. Çünkü yaradılış efsanesi artık bu özlemleri karşılamıyordu ve maddecilik de onları bütünüyle düş kırıklığına uğratıyordu.
Ben Mevlana aracılığıyla, okulda, üniversitede okutulandan, gazetelerde, televizyonlarda anlatılanlardan çok farklı bir İslam dini keşfettim. Buna "derin bir İslam dini" diyebiliriz. Söylemekten gurur duyuyorum, Mevlana’nın son çevirdiğim eseri benim 10 yılımı aldı. Olağanüstü güzel ve büyük bir eserdir bu... Maddeciliğin bütün kimlik ağırlıklı yanına karşın, sanıyorum batı maneviyata susamıştı.

-MESNEVİ, KÖKTEN DİNCİLİĞİ, BAĞNAZLIĞI VE TUTUCULUĞU REDDEDİYOR

Bunun da yaşadığımız dönem için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Her yıl Konya’ya gidiyorum ve Mevlana’nın kenti olduğu için O’nu çok seviyorum ve orada olduğum sırada kendimi Konyalı hissediyorum. Kaldı ki benim için İslam ile yakınlaşmayı temsil eden Türkiye’yi de çok seviyorum. Mesnevi’de, kökten dinciliği, bağnazlık ve tutuculuğu, gelenekselliği, kuralcılığı reddeden, çok nitelikli, bütünüyle samimi, hoşgörülü, benim inanışıma uygun bir İslam dini buldum. Türkiye’de çok mutlu oluyorum ve kendimi Türk hissediyorum. Bugün, dünyanın her yanı bilinmektedir. Oysa birkaç yüzyıl önce durum hiç de böyle değildi. Herkes kendi yurdunda yaşıyor, başkalarını tanımıyordu.
Dönemimizin ihtiyacı olan ve tatmin edilmemiş maneviyat ihtiyacı nedeniyle, kabuğuna çekilerek yaşamanın artık mümkün olmadığını düşünüyorum.
Ayrıca bilimdeki gelişmeler evrenin eskiden sanıldığı gibi olağanüstü değil çok şaşırtıcı olduğunu göstermiştir.

-İŞTE MEVLANA’NIN SIRLARI-
Düşündüğümüzde, bir milyar yıl önce sönmüş bir yıldızın ışığı saniyede 300 bin kilometre hızla bize ulaşır, dolayısıyla aramızdaki mesafe çok kilometre etmektedir, gördüğümüzü anlıyoruz. Ama aynı zamanda Mevlana’da olağanüstü olan şey, kaldı ki İslamı kabul etme nedenim de bu değildir, sanıyorum öngörüleridir ve insanları özellikle de bilime tutkuyla sarılan gençleri etkilemektedir.
Düşünün, Mevlana atomu keserseniz güneş sistemini bulursunuz diyor.
İçinde ve çevresinde dönen gezegenler bulunduğunu söylüyor, ama dikkat etmek gerektiğini de belirtiyor. Çünkü bu atomlar ağızlarını açtıklarında, bütün dünyayı yok edebilecek bir ateşin çıkacağını ekliyor. Görüldüğü gibi, 13. asırda atom bombasının tehlikelerinden söz ediyor. Dokuz gezegenin bulunduğunu söylüyor.
Oysa bilim bunu ancak 1930 da ortaya koyabildi.
Daha önceleri yedi gezegenin bulunduğu sanılıyordu. Sekizincisini 1840’larda bir Fransız bilim adamı, dokuzuncusunu 1930 da Amerikalı bir bilim adamı buldu. Ama Mevlana daha o dönemde dokuz gezegen olduğunu biliyordu. Batı’da güneşin dünya çevresinde döndüğü söylenirken, Mevlana dünyanın öbür gezegenler gibi, küçük bir gezegen olduğunu söylüyor. Hatta gerçekten olağanüstü başka şeyler de söylüyor. Dünyada yaşayan bütün canlılar yıldızların etkisindedir.
Güneş bitkileri, hayvanları etkiler, ay denizi etkiler gibi ve dahası bilinmeyen birçok şey daha söylüyor.
Ben Sorbonne Üniversitesinde İslam Felsefesi doktorası yaparken, İslam dinini keşfettim, ama Mevlana üzerine olan bu doktorayı yapmadan önce, üniversitede öğrenim görürken bize, Müslüman düşünürlerden hiç söz etmediler.
Bize, Alman, İngiliz, Latin, Yunan gibi ulusların filozoflarından söz ediyorlardı, ama asla Müslüman düşünürlerden söz etmiyorlardı. Alınacak çok yol var, yapılacak çok iş var. Artık İslam dinini seven, Müslümanlığı kabul etmiş aydın kimseler var. Bunlar İslam dininin özünde neler bulunduğunu dünyaya tanıtmalılar.''

14 Kasım 2010 Pazar

AHMET BAĞŞİ
Afganistan'ın kuzeyinde yaşayan Türkmenler arasında yetişen en seçkin halk ozanlarından biri olan Ahmet Bağşi'yi tanımayan yoktur. Son zamanlarda yeni yetişen nesiller arasında pek bilinmemesi normaldir. Çünkü, Afgan radyo ve tv lerinde ses kayıtlarının çalınmadığı gibi, bizim kültürümüzü ve geleneklerimizi canlı tutması için Türk halkının bize armağan ettiği yayın hakkı ile yayımlanan malum televizyon kanalı da, kendi derdinde.
Ahmet Bağşi, Afganistan'da Kral Zahirşah döneminde, Abdulkerim Mahdum tarafından 1971 yılında yayın hakkı alınan ve ilk defa Özbekçe ve Türkmence olarak yayın yapan Afgan radyosunda en çok dinlenilen seçkin seslerden biriydi. Şimdi sizleri meşhur Ahmet Bağşi'nin seslendirdiği bir kaç eser ve radyo yayınından kısa kesitlerle seslendirilen eseri dikkatinize sunuyorum.




4 Kasım 2010 Perşembe

YİĞİTLİK DESTANI
Ben erkekliğin kitabını değil,
Yiğitliğin destanını yazanlardanım,
Yalana dolana vermem hiç meyil,
Bildiğini söyleyen ozanlardanım.

Yiğitlik yolunda düşünmem seri,
Güzel bir nam kalır bu candan geri,
Gerek yok anlatmaya bilenler bilir beni,
Ben ölümle oyun oynayanlardanım.

Haksızlık görürsem durmam yerimde,
Müdahale ederim her seferinde,
Hainlik riyakarlık yoktur içimde,
Çünkü ben içi dışı bir olanlardanım.

Düşküne mazluma olmaz zararım,
Zalimle hainle benim hesabım,
Sabrım taşarsa eğer, bozulursa asabım,
Hainlere hesap soranlardanım.

Senettir ağzımdan çıkan kelime,
Elbet getirilir o söz yerine,
Bilmeyen itibar etsin sözüme,
Söz verip sözünde duranlardanım.
Sinan Gündoğ

2 Kasım 2010 Salı

ANKARA'NIN SON BAHARI BİR BAŞKA OLUR

ÇAM KOZALAKLARI



20 Ekim 2010 Çarşamba

Halife Kızılayak


HALİFE KIZILAYAK
(1869-1958)

Son devir Türkistan velîlerinden. İsmi Âbid Nazar olup oturduğu yerin isminden dolayı "Halîfe-i Kızılayak" diye şöhret bulmuştur.

1869 (H.1294) yılında şu anda Rusya'nın Türkmenistan Cumhûriyeti içinde bulunup o zaman Buhâra Emirliğine bağlı olan Kerki şehrinin Kızılayak köyünde dünyâya geldi. İlk tahsîlini âlim bir zât olan babasının da yardımıyla burada tamamladı. Sonra, küçük yaşına rağmen, tahsîlini devâm ettirmek için Buhâra'ya gitti. Burada birçok âlimden çeşitli dallarda ders alarak, talebelikte en yüksek dereceye ulaştı. Kendi anlattığına göre Buhâra'daki tahsîlini daha çok zamânın büyük âlimlerinden Ebü'l-Fazl-ı Sîret'in yanında yapmıştır. Buhâra'da tahsîlini tamamladıktan sonra kendisine Emir tarafından Buhâra Kâdılığı teklif edildi. Ancak, kabul etmeyip memleketine döndü. Bu teklif ısrarla devâm edince de bir müddet evini, hattâ memleketini terk etmek mecburiyetinde kaldı.

Daha sonra tasavvufa yönelerek zamânın meşhûr âriflerinden olup aynı zamanda amcası olan Halîfe Hüdaynazar'dan feyz ve icâzet aldı. Hocası ona icâzet verdikten sonra, kendisine gelenlere; "Artık Âbid'e gidin. Bende olanlar, bendi kaldırılmış bir ırmak gibi oraya aktı, gitti." buyururdu. Fakat o yine de hocası vefât edinceye kadar talebe kabûl etmedi. Tasavvufta silsilesi Hâce Muhammed Saîd Mücedidî'ye ulaşır.

Bir müddet sonra hocası Hüdaynazar ile hacca gitti. O zamânın şartlarında yolculuk çok uzun ve sıkıntılı geçti. Hüdaynazar hazretleri zâten yaşlı olduğundan hastalandı ve yürüyemez hâle geldi. Sedye ile yol alıyordu. Âbid Nazar hocasının her hizmetine canla başla sarılıyordu. Hocası da devamlı duâ ve niyazda bulunur ve; "Âbid'im inşâallah dolacak ve taşacaksın." derdi.

Nihâyet Mekke ve oradanMedîne'ye vardıklarında Hüdaynazar hazretleri vefât etti. Hocasını Cennetü'l-Bâkî'de defnettikten sonra yanındakiler ona talebe olmak isteyerek kendilerini kabûl etmesi için ricâda bulundular. Fakat o, bir türlü kendini buna lâyık görmüyordu. Çok ısrar edilince bir gece mühlet istedi. Ertesi gün müsbet veya menfî kararını açıklayacaktı. Halîfe-i Kızılayak o geceyi Peygamber efendimizin kabr-i şerîfleri yanında murâkabe ile geçirdi. Ertesi gün çok neşeli bir şekilde talebe kabûl edeceğini bildirdi ve Mescid-i Nebevî'nin mübârek mihrâbında oturarak müsâfeha ile ilk talebesini kabûl etti. Hac sonrası memleketine döndü.

Halîfe-i Kızılayak, Bolşevik İhtilâli sırasında Kalişof hâdisesinden îtibâren Ruslara karşı çok gazâ ve cihâdlarda bulundu. Buhârâ Emirliği Rusların eline geçtikten sonra da cihâdı bırakmadı. Ancak silâh ve gıdâ yetersizliğinden Afganistan'a hicret etmek mecburiyetinde kaldı. Büyük bir kalabalıkla Afganistan'a geçen Halîfe-i Kızılayak, bundan sonra devamlı cihâd hareketini destekledi. Habîbullah Han zamânında RusyaAfgan sefîri bulunan Gulâm Nebi Han, Rusların yardımıyla Pettekeser mevkîi üzerinden Belh şehrine saldırdı. Burayı işgâl ederek ayrı bir devlet gibi davranmaya başladı. Bunun üzerine Halîfe-i Kızılayak, Ruslara karşı çok iyi savaş tecrübesine sâhib bulunan Türk mücâhidlerini bizzât kardeşi Âlim Han ile Belh'e gönderdi. Büyük mücâdeleler netîcesinde Belh işgâlden kurtuldu ve Âlim Han geçici bir süre için Belh'i idâre etti. Her şey normale döndükten sonra Belh'i hükûmete teslîm ederek geri döndü.

Halîfe Kızılayak, Afganistan'a geçtikten sonra ilk önce Andhoy kazâsının Altıbölek köyünde oturmuşsa da bâzı hâdiseler sebebiyle Cüzcân vilâyetine yakın bir yere yerleşti. Buraya eski köylerinin ismi olanKızılayak adı verildi. Bundan sonra Kızılayak'ta bir câmi, medrese ve hânegâh inşâ edildi.Burası her taraftan gelen talebelerle dolup taşmaya başladı. Hânegâh, cemiyetin her tabakasından fakir, zengin, âlim, fâzıl, devlet adamı ve her türlü insanın uğrak yeri hâline geldi. Bu hâli gören ve daha önce Afganistan'da oturmakta olan bâzı âlimler ilk önce bu durumu yadırgadılarsa da dergâha geldikten ve Halîfe-i Kızılayak'ı gördükten sonra tam bir teslîmiyetle geri döndüler. Kâbil'de oturan ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından olup âlim bir zât olan hazret-i Şûrbâzâr da Kızılayak'a teşrif etmiş ve Halîfe-i Kızılayak'ın sohbetlerinde bulunmuştur.

Halîfe Âbid Nazar, Afganistan'a geçtikten sonra, sırasıyla Afganistan Emîri olan Emânullah Han, Nâdir Şâh ve Zâhir Şâh ile gerek şahsen, gerek mektupla irtibâtlar kurmuş ve hepsinden saygı görmüştür. İnşâ ettiği medrese ve hankâh için devlet tarafından vakıf olmak üzere arâzi tahsis edilmiş ve pekçok maddî yardımlar yapılmıştır.

Mânevî yönü pek kuvvetli olmayan Emânullah Han, bir keresinde Belh'e gelerek bir toplantı düzenlemişti. Bu toplantıya Halîfe-i Kızılayak'ı da dâvet etti. Fakat toplantı öncesi oradaki devlet erkânına Halîfe-i Kızılayak içeri girdiğinde ayağa kalkmamaları husûsunda sıkı sıkıya tenbihte bulundu. Halîfe-i Kızılayak, yanında hazret-i Şurbâzâr olduğu halde Belh'e gelerek toplantı yerine gitti. Onun teşrifini gören Emânullah hemen ayağa kalkarak saygıyla karşıladı. Emânullah ayağa kalkınca diğer devlet erkânı da ayağa kalkmak mecburiyetinde kaldılar. Daha sonra bu durum kendisinden sorulduğunda Emânullah şöyle cevap vermiştir: "Halîfe-i Kızılayak'ı gördüğüm vakit her iki yanında büyük birer arslan vardı. Korkumdan ve kendimde olmadan birden ayağa kalkıverdim."

Türkistan'da Enver Paşanın ölümünden sonra onun yardımcısı durumunda olan İbrâhim Lakay Afganistan'a geçerek bütün askerleri ile birkaç gün Kızılayak'ta kaldı. İbrâhim Lakay, Halîfe-i Kızılayak'la yalnız olarak yaptığı görüşmede kendisine bir isteğini iletti. Elinde bulunan kuvvetiyle Kâbil hükûmetini basarak iktidârı eline alacaktı. Bunun için sâdece izin ve duâ istiyordu.

Ancak Halîfe-i Kızılayak, bu isteği kabul etmedi. "Bunun için müslüman kanı dökülmesine râzı olmayız. Ayrıca bize iyilik edene kötülük etmeyiz." buyurdu. Bunun üzerine İbrâhim Lakay Belh'e doğru yürüdü. Kunduz vilâyeti civârında biraz savaştıktan sonra isteyen kumandanlarını Afganistan'da bırakarak kendisi Rusya'ya geçti.

Zâhir Şâh zamânında bir ara Halîfe-i Kızılayak'ın gözleri görmez olmuş ve tedâvî için Kâbîl'e gitmişti. Yol boyunca halk onu gruplar hâlinde karşılıyor ve bir kerecik bile olsa, müsâfeha edebilmek için can atıyordu.

Kâbil'e vardıklarında, onu bizzat Zâhir Şâh karşıladı. Zâhir Şâh Halîfe-i Kızılayak'ı gördüğü anda hemen ayağa fırlayarak ellerine sarıldı ve; "Ben sizi daha önce de görmüştüm." diyerek şunları anlattı: Daha Şah olmamıştım. Babam sağdı. Bir gün av için Dere-i Acer denilen yere gittim. Heyecanla av peşinde koşarken atımla birlikte oradaki bir kuyuya yuvarlandım. O anda; "Yetiş ya pîr." şeklinde haykırmıştım. Hemen göğsümden kavrayan bir el beni kenâra koymuştu. İşte o vakit karşımda sizi gördüm. "Korkma yavrum." diye beni sâkinleştirdikten sonra nereye gittiğinizi anlayamamıştım.

Zâhir Şâh, bundan sonra Halîfe-i Kızılayak'a daha çok hürmet gösterdi ve onu mânevî baba kabûl etti. Ayrıca özel olarak Türkiye'den getirtilen bir doktorun başarılı tedâvisi netîcesinde Halîfe-i Kızılayak'ın gözleri sağlığına kavuştu.

Afganistan'ın siyâsî istikrârı husûsunda pekçok müsbet tesirleri görülen Halîfe-i Kızılayak'ın varlığı müslümanların sulh ve selâmet içerisinde yaşaması husûsunda da büyük bir nîmetti.

Bolşevik ihtilâlinden sonra Afganistan'a geçen Türk muhâcirleri ile bâzı Peştun kabîleleri arasında münâzaralar ortaya çıkmıştı. Hattâ ufak çapta çatışmalar da görülmüştü. Bu hâdiseler devâm ederken Peştunların kabîle reisi bütün adamlarını toplayarak bu durumu görüşmek üzere Kızılayak'a hareket etti.

Bunu duyan Halîfe-i Kızılayak, kırk elli kadar kişiyi silâhlı olarak yolun iki kenarına yerleştirdi. Adamlarıyla kızgın bir şekilde gelmekte olan han, Kızılayak'a on beş km kadar yaklaştığında ürpermeye ve endişeye kapılmaya başladı. Yaklaştıkça ezilip büzüldü ve âdetâ küçüldü. Han, nihâyet dergâh kapısına geldiğinde mecalsiz bir halde edeple içeri girdi. Özürler beyân ederek bütün anlaşmazlıklara son vermek üzere huzurdan ayrıldı.

Böylece felâkete sebeb olabilecek bir mesele kendiliğinden halledilmişti. Daha sonra yakın adamları reise, kendisinde görülen değişikliği suâl ettiklerinde; "Yolun iki kenarında bir ordu bekleşiyordu." diye bahsetmiştir.

Halîfe-i Kızılayak, gerek sözleriyle, gerek ameliyle Ehl-i sünnet îtikâdı ve İslâm ahkâmına tam uymuş ve onu yaymak için uğraşmıştır. Uzun ömrünü cihâdlarla süslemiştir. Kendisine gösterilen saygılara mukâbil onda kesinlikle bir kibir ve gurur hâli görülmezdi. Her hâliyle çok mütevâzi idi.

Herkese iyi davranırdı. Kendisine kötü davrananlara karşı da yumuşak ve merhametli idi. Çocuklar dâhil herkese selâm verirdi. Kimse kendisinden önce ona selâm veremezdi. Birçok defâ daha önce selâm vermek niyetiyle huzûruna çıkanlar bunu başaramamış, hep selâm almak mecbûriyetinde kalmışlardır.

Kimseyi incitmemeye çok dikkat ederdi. "Çocukluğumda sapanla bir serçe vurmuştum. Bunu her hatırlayışımda korkudan kalbim titriyor." buyururdu. En küçük müstahaba bile ehemmiyetle riâyet ederdi. Hep kıble tarafına dönerek otururdu. Helâl ve temiz yemeye çok dikkat ederdi. Seyyitleri çok sever ve onlara hürmet gösterirdi. Her hareketi Resûlullah'a tam tâbi olduğunu gösteriyordu.

Şöhretin çok zararlı olduğunu söyler, Peygamber efendimizin bu konudaki "Şöhret âfettir." hadîsine istinâden; "Koşandan yürüyen, yürüyenden duran, durandan oturan, oturandan da yatan daha iyi, daha rahattır." buyururdu.

Afganistan halkını bir hicretin beklediğini ve bunda önce davrananların kurtulacağını, sona kalanların ise çok telef olacağını söylerdi. Rusya ile çok sıkı irtibât kurulacağına hattâ iki yurdun bir olacağına işâret ederdi. "İslâmı yaşamak avuç içinde köz (ateş) tutmaktan daha zor olacaktır." buyururdu.

Çocukları çok severdi. Bâzan torunlarını önüne alıp, hem sever hem de hıçkırarak ağlardı. Öyle ki göz yaşları sakalının ucundan damlardı. Sebebi sorulduğunda da; "Onların doğduklarına seviniyorum, ama görecekleri günler için ağlıyorum." buyururdu.

Dünyâ malına tamah edenlere; "Altın alma, duâ al. Duâ altından daha kıymetlidir." buyururdu. Hiç kahkaha ile gülmezdi. Kahkaha atanları gördüğünde; "Sıratı geçmeden nasıl gülebiliyorsunuz, şaşıyorum. Müslüman sıratı geçtikten sonra güler." derdi. Birisi halk arasındaki âdete dayanarak; "Gece tırnak kesmede mahzur var mıdır?" diye sorunca; "Pislik, görüldüğü anda yok edilir." buyurdu.

Halîfe-i Kızılayak câmide vâz etmezdi. Fakat ikindi namazından sonra akşam namazına kadar Sûfî Allahyar hazretlerinin Farsça manzûm olarak yazdığı bir fıkıh kitabı olan Meslekü'l-Müttakıyn'ı okur ve açıklardı. Kitap, senede iki defâ bitirilirdi. Böylece herkesin bilmesi gereken fıkıh bilgileri müsâit bir zamanda cemâata anlatılmış olurdu. Diğer vakitlerde ise sohbet dergâhta olurdu. Bu sohbet sırasında daha çok, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ı okunurdu.

Ramazan aylarında dört gecelik bir hatim düzenlenirdi. Bu hatime ülkenin her tarafından binlerce insan gelirdi. Çeşitli yerlerden gelen âlimler burada buluşurlardı. Ayrı ayrı yerlerde toplanırlar, konuşup tartışırlar, sorulara cevap verirlerdi.

Hatim tertîbi şöyle olurdu: İkişer rekat kılınan terâvih namazında okunacak zamm-ı sûre için Kur'ân-ı kerîm baştan îtibâren okunmaya başlanırdı. Bu işi hâfızlardan kurulu bir ekip yapardı. Hâfızlar ve cemâat tesbihlerden sonra beş on dakika çay içip dinlenirlerdi. Böylece sahur zamânına kadar devâm eden terâvih namazında birkaç cüz okunurdu. Nihâyet dördüncü gecenin sonunda Kur'ân-ı kerîm hatmedilmiş olurdu. Hatîm, bayram havasında geçerdi.

Gelen âlimler iftar ve sahur yemeklerini hankâhın avlusundaki sofada Halîfe-i Kızılayak'la birlikte yerlerdi. Buradaki sohbet o kadar tatlı, öylesine bir kudsiyet içinde geçerdi ki, orada bulunanlar kendilerini başka bir âlemde zannederler, içlerinde ulvî bir zevk ve özlem kalırdı.

Yine mevlid kandilleri ayrı bir güzellikte ihyâ edilirdi. O gün de her yerden insanlar akın akın gelirlerdi. Herkes toplandıktan sonra Halîfe-i Kızılayak'ın odasında ve kendisinin oturduğu yerde başının üzerinde yüksekte bir yerde duvara yapışık duran özel sandukada bulunan Sakal-ı şerîf ile Şâh-ı Nakşibend hazretlerine âit hırka-i şerîf başlar üzerinde getirilirdi. Emânetler, özel olarak yapılmış ve baş hizâsında bulunan mevkiine konulurdu. Örtüler edeple ve salevât-ı şerîfe okunarak açılırdı. Sonra belli bir tertîb içerisinde nâtlar okunur, Kur'ân-ı kerîm kırâat edilir ve konuşmalar yapılırdı. En sonunda Hırka-i şerîf oraya gelenlerin arasında dolaştırılır, edep ve ihlâsla öpüp koklanırdı. Daha sonra şerbet ikrâm edilir, duâ ile meclise son verilirdi. Kandile, vâli ve kâdı gibi bâzı devlet adamları da katılırdı.

Halîfe-i Kızılayak dergâhında her akşam büyük kazanlarda yemek pişirilerek halka dağıtılırdı. Fakir âileler evlerine buradan yemek götürürlerdi. Ayrıca her Perşembe gündüzleri devâmlı yemek pişer ve dağıtılırdı. Ağır muhâceret şartlarında zayıf düşen âileler için burası bir ümid kapısı idi. Ayrıca fakirler her zaman gelerek çeşitli ihtiyaçlarını buradan giderirlerdi. Bundan başka her gün pekçok misâfir ağırlanırdı. Yemek aynı ölçüde pişmesine rağmen her zaman kâfi gelirdi.

3 SENE FELÇLİ YATAR

Halîfe-i Kızılayak, hayâtının sonlarında felçli olarak üç sene hasta yattı. Sağlığında olduğu gibi, hastalık zamânında da hep şükreder ve; "Beterinden koru yâ Rabbî!" diye yalvarırdı.

Nihayet Buhârâ'daki Gögeldaş Medresesini kerâmet ile inşâ ettiği söylenen büyük velî hazret-i Îşan'ın torunlarından olan hanımı vefât edince, Halîfe-i Kızılayak; "Artık gitme zamânımız geldi." buyurdu. Hakîkaten hanımının vefâtından bir gün sonra kendisi de Hakk'ın rahmetine kavuştu. Vefâtına yakın, Allah ism-i şerîfini devamlı tekrarlamaya başladı. Bu sırada birkaç kez bayıldı. Her zaman gizliliği düstûr edinmiş olmasına rağmen, son anlarında kendisini görülmedik bir muhabbet ve iştiyak hâli kapladı. Dili kımıldamamasına rağmen göğüs kafesinden çıkan Allah lafz-ı şerîfi bitişik odalardan açık şekilde duyuluyordu. Nihâyet 1958 (H.1375) yılı Şâban ayında Hakk'ın rahmetine kavuştu.

VEFATI

Vefât ettiği gün mevsim yaz olmasına rağmen hava simsiyah bulutlarla kapandı ve gün boyu ince bir yağmur yağdı.

Vefâtı üzerine pekçok insan Kızılayak'a geldi. Araba ve binek hayvanlarına yer bulunmaz oldu. Sokaklar, araba zincirleri ile kilitlendi. Cenâze namazı safları sokaklara taştı. Cenâze namazına katılmak için ağaçlara çıkanlar bile görüldü. Cenâze namazına Zâhir Şah vekâleten yardımcılarından birini gönderdi. Namaz, Mevlevî Abdülvüdûd'un imâmetinde edâ edildi. Kabri, Kızılayak'ta câmi bitişiğinde ve medresenin avlusundadır. Türbesine kendi isteği ile kubbe yapılmadı, üstü açık bırakıldı. Türbenin üstünde kendisinin gazâlarda yanında taşıdığı bayrak göndere dikilmiş ve üstünde beyaz bir alem dalgalanmaktadır.

Vefâtından sonra ikinci oğlu Sirâcüddîn'e Mevlânâ Seyyid Âbid tarafından icâzet verilmiş, ancak bu oğulları çok geçmeden zehirlenerek şehîd edilmiştir. Onun kabri de babasının kabri yanındadır. Daha sonra büyük mahdumları Hamid, icâzet almışsa da birkaç sene sonra o da vefât etmiştir. Son olarak Siracüddîn'in oğlu Nûreddîn'e Buhâra'da Halîfe-i Kızılayak'la berâber medresede okuyan ve yine Halîfe-i Kızılayak'ın emri ile Belh'e yerleşen Mevlânâ Berat tarafından icâzet verilmiştir.

Halîfe-i Kızılayak'ın Türkçe ve Farsça olarak bastırdığı Farz-ı Ayn adında bir risâlesi vardır. Risâle herkesin bilmesi gereken îtikât bilgileri ile bâzı zarûrî vecîbeleri ihtivâ etmektedir.

Büyük Türkmen şairi Rüstem Muhlis'in Halife Kızılayak'ın ebediyete intikali ile ilgili Türkmen dilinde yazdığı mersiyesini sizlerin dikkatinize sunuyorum. Telaffuz ve ses uyumunda çok zorluk çektiğim için yanlışlıklar olacağı gerekçesiyle şimdiden özür diliyorum.
(Hazırlayan: Osman mahdum)




Rüstem Muhlis

Gızlayak Halipa Mersiye

Gitdi dünyadan azızlar, çün hakikat babalar.
Etdiler niçe meşayıl panidan baki gözer.
Her beyi göz asırda nobat-ba nobat ser-be ser.
Ahiri nobat yetip, Pir'i cahan etti sapar.
Gelse peygami acal, yokdur yaranlar çere ger
Gitdi dünyadan dariğa, piri yek dene gövher.
Rövşenerdi alama, manandi tabana kamar.
Çın bulardan nemene amayı halk erdi daim bahri gör.
Ilmıdan mive bererdi işinde raksi basemer.
Eylesem ismişerifni zikrini Abıtnazar.
Bir mün üç yüz yetmişbeş, erdi hicretden nişan.
Çün hemelden yiğirmi, erdi şo gün gopdi figan.
Hem musibatdan bolup, cümle halayık bağri gan.
Rehnamamız boldilar diyip, çün garayer nagehan.
Şeyhi alem yaşi garrip, barçağa yetdi eser.
Mayi şaban erdi yiğirmi sekkiz, çün düşemme gün.
Bir musibat kett halk bin gövniğe daği düğün.
Eyledi mahzun dilini, ahiri dünyayi dun.
Aybi mestür eylesek, göz yaşımız misli hun.
Ayrılıpmız pirimizden çün bolup bi-balıper.
Etdiler ahbabı cenaza, her taraf adam övan.
Geldiler vavueyle tabırlan habar yetgin haman.
Abı ha barça yığılıp, bay pahiru acizan.
Eyleyip çün güfti gün, çün boldu bul kandagıl zaman.
Yaş dökigan sıtlı dilden, ağlayıp huni ciğer.
Geldiler ehli sülug, alım be şeher cem bolup.
Kaziyuv nail hökümran, Amir hem ol dem gelip.
Barçasi mahzuni dil çün, sinesi pur gam bolup.
Hassayi ehli meşayır, güni gül rengi solup.
Ayrılıp bul pirimizden, manın ağlap ruha ger.
Piri büzrük vana soyi, kabra alıp bardılar.
Niçe mün adam namaza, intizar olturdular.
Tört taraftan narayi, Allah_u ekber berdiler.
Zülzüle şoruş bilen, cümle namaza durdular.
Boldu mabaynı adam, çapmayın durmakka yer.
Barça adamlar didiler, durdular sap sap bolup kayım namaz.
Şişuru etti imam, Allah-u ekber dip ağaz.
Hey neden bir niçe yer, çıkdi tekbir sovtu bar.
Hem yetirmeklik üçin, mecmua adamga ovaz.
Yokdur imkanı adamın, sanın şu mereslemer.
Durdi kabır etrafıda, karılar ayad okup,
Şeyhi alım hem Emir, alımnı göz yaşi akıp.
Ak puratsız pirimiz diyip, hakka bakıp,
Hem musibat odiğa barça bağrıni yakıp.
Türkmen Özbek ehli islam, erdiler bağriğa ser.
Bahri amet eyyesine, hak pirimizin kabrıni.
Ya da salsak gan döker göz, ak düzülle dövrüni.
Bergen-erdi bir niçeğe irşad-i hak meşhurnuri.
Eylesin hak ba-kelam evladı pirden birini
Kayta baştan evladığa, salgay Huda evzdem nazar
Haknın emri bilen seğsen dokguz yıl tapıp hayat
Taat eylep gice gündiz adati saovmuşalap
Seğsen tokkuzlanci yılda, boldilar cümle vefat.
Erdi Şaban ayi likin, labzi Türkide barap
Eylediler Pirimiz çün mahilar ......
Birne-çayıl takdiri Allah'ıni
Etmediler naşukürlük, gövnide bir ahini
Tutdilar Eyyüp Peygamberdek sabrının rahiri
Daima oldu zaban, eylep hamd Allah'ıni
Şunça da etdiler gönülge Hak'dan diyer
Kılmayan terkine terk, zindelik vahdında emrini mıdam
Zikri Haknı eyleyip gövnünde daim çün hoşan
Çün doğayı lap halayık barı barça hazı am
Lutf edip Hak eylesin evladıden kay-ı makam
İnşaallah gögerer de tohmi şecerdir ba-semer
Gitdi alamnın şunun dek, mürşidi piri cahan.
İnşaalah boldular cennetge vasıl bi-güman.
Erdiler öz asrıda, bişek olar kutbi zaman
Garki rahmet bolgay erdi, çün şolar bargan mekan.
Kim ki akıl bolsa yetgey Pirimiz diyp diydi ter.
Tam edip mane hakikat, aripi billah-idi
Hem tarikat hem şeriat, el mıdam aga idi
Gice gündiz dilde yadi daima Allah-ı diyp
Tekge eylep bir Huda'ga hümmeti ala idi.
Gittiler eylep daimi şar yoliğa kemer,
Eylegen Tanri tala rutbasın nabdın ziyat.
Çün Halipa Gızlayak diyip, dini millet çıkdi ad
Kim ki şek gek bolsa boldi, hanasi berbadı bat
Her haziya bolsa vaha eyleler diler küşap
Atsalardi çün şu lardan keypiyet deşvatıter
Gitdi dünyadan yarnlar, vadariğ enver celam
Erdi pürre mövci bahrin, ilmi halu ilmi hal
Madeni ilmi Buhara dan tapgan kemal
Sabıri şekir-edi Tanriga çün külli hal
Erdiler bidari hap daim kılıp ahu seher
Sineyi pekinde erdi, ilmi behreynden rovan
Gövnülge hoşluk düşerdi, yüzlerin görgen heman
Ezberayi yadiger etsem eger vaslın beyan.
Bolmagay sap yüz yıl aytsam men kibi köta zaban
Haknın özi eyleyipdir, barçadan meşhur per
Dilde erdi daima güftalari zikri sema
Birniçe acil delil erdiler puştu-u pena
Haki payi didemize bolgay erdi totiya
Bolmağay hiç çere bolmaz, bolsa takdiri Huda
Bolgay erdi bir niçe gümralarga rehber
Gitdi dünyadan yaranlar, Piri büzrük enveri,
Erdiler öz ağzığa cümle mesayık serveri.
Bizne dek nadan nabiğalara erde rehberi
Eyledi bul söznülükden Muhlis'i yadavari
Çün dilim acıl .....ve pir vaspın deka serbeser
(Hazırlayan: Osman Mahdum)

22 Eylül 2010 Çarşamba

KEMMAĞAL
Gövünde gam bolup bir gazal aytsam, bolandır yaranlar acap zamana.
Hemişe çektiğin gaygıdır elem, dünyada kemmağal girmedi sana.

Kemmağalın işi mıdam teşvişdir, Bayların yanında kemmağal hiçdir.
Herkim puldar bolsa merdime pişdir. Bakmazlar adamın yağşi yamanına.

Kim kemmağal bolsa biy-gayrat, Nire barsan dilep geldi-diyr hayrat.
Gıyn boldi kemmağal sürmene ovkat, kemmağalın gövni galdi dumana.

Kemmağal ağızlasa bazardan bir zat, nesiyemi naht mi sorarlar şul zat.
Merek bolsun ortadan gitdi bir zat, puldar alsa diyerler müberek cana.

Baya diyerler Esselamu alayküm, kemmağal diyerler tizrak bolsun güm.
Duşundan ötinçe oturalar ümsüm, El uzadıp atsam diyip kemana.

Sen muteber, malu dünyan bar bolsa, eğerde çi himmetin kança dar bolsa.
Maslahat dilerler sehel ker bolsa, Eğer çi etmesen hayrı ihsan hem.

Puldar pulun göter pulum köp diyip, kemmağal adamlar bolsun dep diyip.
Acal dolsa bir gün güzer püf diyip, barhem bolsa gider yok hem biryana.

Kemmağaldan bolsa Rüsdemdek palvan, lengini lövüp dirler şanni ol zaman.
Adamlık sanına goşulmaz asan, eğerçi, ol bolsa sahip gıranın.

Özün dana sayar dünyadar adam, köp temenna bilen taşlayer gadam.
Akıl bilen dövlet etdim diyip cem, takdira diyip gövnü geçmez gümana.

Niçeler pahir diyr men puldar diyip, bi pul bilen gezmekliğimiz ar diyip.
Neemesi bar ol manlayın yar diyip, Yad etmezler kıyamata gitmene.

Ehli dünya cipeten hedis habardır, taliba taliba ıyzında bardır.
Türki sözle dünya maslık mürdardır. Maslık islep gider item her yana......
(Rüstem Muhlis)

20 Eylül 2010 Pazartesi

TÜRKİSTAN PİLAVI


Özellikle ''Türkistan Pilavı'' ismini kullanmak istiyorum, bu vereceğim pilavı Orta Asya'da her yöre kendi ismi ile kullanmaktadır. Özbekler ''Özbek Pilavı'' Türkmenler ''Türkmen Pilavı'' Afganlar dahi ''Afgan Pilavı'' diye ad vermişlerdir.
Asıl işin doğrusu, tıpla ilgili birçok eser kaleme almış; özellikle kalp damar sistemi ile ilgili yapmış olduğu çalışmalarla dikkat çeken İbn Sînâ, ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerin yaratıcısıdır. İşte bu ilaç terkiplerinden biri olan ''Türkistan Pilavı'' da tıbbın babası İbn Sina tarafından bir hasta için ilaç tarif olarak verilmiştir. Hasta iyileşmesine rağmen, çok lezzetli gelen bu tarifi sürekli olarak pişirmeye ve ilacı kullanmaya devam eder.
Hastanın kullandığı bu tarifi zamanla komşuları da dener. Zamanla yöre halkına yayılır, yıllar sonra bu tarif, kıtaya yayılır ve Orta Asya'da en yaygın pişirilen yemekler listesine girer. Bolşevik ihtilali ile Afganistan topraklarına yerleşen Türk halkı, bu güzel yemek tarifini yöre halkına da öğretirler. Zaman gelir bu pilav Türkmen pilavı diyerek pişirilir. Zaman gelir Özbek pilavı diyerek, zaman gelir, Afgan pilavı adı ile pişirilir. Tarifi ve yapılışı aynı olan bu pilavın ortak bir ismi vardır bence, oda ''Türkistan Pilavı''dır.
Türkistan pilavını en iyi şekilde tarif eden ve yorumlayan Afganistan'ın son yetiştirdiği nadide şairlerinden Türkmen asıllı Rüstem Muhlis'in şu dörtlükleri ile tanışmanızı istiyorum.
BARÇA NİMETDİR PALAV

Yaranlar Palavun vaspındiyeli,
Barça nimetlerden yağşidır palaov.
İnşallasa nesip bolsa iyeli,
Barça nimetlerden yağşidır palaov.

Encamın barıni kemsiz duş edip.
Gövne gam getirmen vahti hoş edip.
Taripın aydayın yörek coş edip.
Barça nimetlerden yağşidır palav.

Ozalda aydali yağından başlap.
Yol bilen yöriyle barmani duşlap.
Yörekden gussani bertarap taşlap.
Barça nimatlardan yağşidır palaov.

Göşdi goyun göşdi bolsa şirbazi,
Törtden bir taşlanar keşir piyazi.
Aşpezine duşup onasa özi,
Barça nimatlardan yağşidır palaov.

Bürünci ak bürünç yağşisi bolsa,
Mehnedin köydürer gerpesi bolsa.
Tağam iymek dilden hövesin bolsa,
Barça niymatlardan yağşidır palaov.

Bişirse bir angli aşpez duş bolip,
Ağzına yakar ol cana noş bolip.
İyseniz zovk edip, gönül hoş edip,
Barça nıymatlardan yağşidır palaov.

Birhili aşpez bişir, guri çot bilen,
Bürüncün anıni çaşir, ot bilen.
Encamın puluni alsan zut bilen,
Barça nıymatlardan yağşidır palav.

Birhili, bürünci gaynadır ala,
Garcap bişir köce yali hem ala.
Birhili puhdalap yetir kemala,
Barça nıymatlardan yağşidır palaov.

Yağşi sazlap köydürseler yağıni,
Göşüni salsalar bilep çağınni.
Yetirseler piyazının dağıni,
Barça nıymatlardan yağşidır palav.

Abirovğan gaynatsalar bir meydan,
Bısmıllah diyip iysen, bolmasın şeytan.
Gozganman iyseniz, olturgan caydan,
Barça nıymatlardan yağşidır palaov.

Şabırdadıp bürüncüni gaynadip,
Gören adamların gözün yaynadip.
Mecum zatın barın köp tayın edip,
Barça nıymatlardan yağşidır palaov.

İysenizler beş tört ülpet cem bolip,
Nee ülpet adamlar, munda güm bolip.
Yörek ağrinına parir em bolip,
Barça nıymatlardan yağşidır palaov.

Aşlık keseline bolar devayi,
Çeynesen lezzet biyr, iydiğin tayi.
Üstüne içseniz, Şannayi çayi,
Barça nıymatlardan yağşidır palov.

Toy sadaka bolsa, şunu bişirler.
Cem bolup gelendir, cevanı pirler.
Cümle adam gelip, noşedip iyerler.
Barça nıymatlardan yağşidır palaov.

Rüstem dir Palaova bağladım dastan,
Huda ayırmasın, yar bilen dosdan.
Nesip etse zimistani, tabıstan.
Barça nıymatlardan yağşidır palaov.


TÜRKİSTAN PİLAVI'NIN TARİFİ

1 kg. iri kuşbaşı kuzu et
1.5 kg pirinç
250 g domates
250 g havuç
3 baş soğan
4 diş sarımsak
sıvı yağ
tuz

Öncelikle pişireceğimiz kuşbaşı şeklinde doğranmış etimizi güzelce yıkanır. Pilava ilave edeceğimiz soğanlar soyulduktan sonra ince ince doğranır. Havuçlar da soyulduktan sonra, havuç boydan ikiye kesilir ve ince uzun bir şekilde doğranır. Pilava ilave edeceğimiz domatesler de güzelce yıkandıktan sonra ufak ufak doğranır ve pirincimizi de büyük bir kabın içinde üç defa güzelce yıkarız. Yıkadığımız pirinci kabın içinde bolca su içerisinde bekletiriz.
Şimdi pilavımızı pişireceğimiz tencereyi ocağın üzerine koyar, şayet ıslaksa biraz sıcak ocakta bekleterek kurumasını bekleriz. Kazanımız kuruduktan sonra, göz hesabı ile 300 g ay çiçek yağımızı tencereye dökeriz. İyice ısınan yağdan çok hafif dumanlar çıkar, tam o zaman avucumuza alacağımız tuzu biraz su ile ıslatarak tencereye atarız. ''cos'' diye bir ses çıkar. Bu yaptığımız uygulama, yağda bulunan kalori gücünün düşmesini sağlayacaktır. Aynı zamanda pilavı yiyen kişi yağdan rahatsız olmayacaktır.
Yağımız iyice yandıktan sonra hazırladığımız kuşbaşı eti tencereye atarız. İyice kızardıktan sonra soğan atarız. Soğanımız çok kavrulmadan, hafif kızardığını gördüğümüz an domatesi ilave ederiz. Biraz su da ilave ettikten sonra etimizle birlikte beş on dakika kaynatırız. Bu kaynama uzadıkça etimiz daha iyi pişecektir ve etin çektiği su oranını da biraz daha ilave edebiliriz.
Etin iyice piştiğine emin olduktan sonra, biraz su daha ilave eder, doğradığımız havuçu da atarız. Havucun hafif yumuşadığını gördüğümüz zaman, yıkamış olduğumuz ve suda bekletilen pirincin suyunu döker, üzerine yeniden kaynar su ilave ederek bir sudan geçiririz. Tekrar kaynar suyu da pirincimizden iyice süzerek döktükten sonra, tencerede hazırladığımız ''Rovğan'' adını verdiğimiz et, soğan, domates ve havuçtan hazırladığımız roğanın üzerine iyice yerleştiririz.
Artık altında kalan etli kısıma hiç dokunmadan pirincimizi güzelce üzerine kapatır ve pirincin üzerine bir miktar tuz ektikten sonra yeniden kaynar su ilave ederiz. Burada ölçü ''Baldo'' pirinç ise parmak boğumumuzun yarısını geçmeyecek şekilde su ilave edeniz. Hint pirinci ise o zaman bir boğum kadar su ilave edilebilir.
Suyumuzu da döktükten sonra alttaki etli karışımı hiç rahatsız etmeyecek şekilde pirincimiz kaynatılır ve suyu iyice çekinceye kadar devam eder. Burada dilersek, pirinci demlemeden önce üzerine bir miktar kuru üzüm atar, yada biraz çam fıstığı atar demleyebiliriz.
Pirincimiz suyunu iyice çektikten sonra, tencerenin üzeri kapatılır ve ve 20 dakika çok kısık ateşle bekletilir. 20-25 dakika sonra tencere açılır, üzerine üzüm ilave etmişsek üzüm bir kenara toplanarak alınır ve bir küçük bir tabağa alınır. Pilav üzerinde üzüm istemeyen olabilir onun için isteğe bağlı koyabilirsiniz.
Pilavın pirinci büyük bir tabağa alınır, en son altında kalan etli kısım, yani roğan kısımı da pirincin üzerine alınır. Pişirilirken et karışımlı kısım altta olacak şekilde pişirilir. Yenilirken ise pirinç altta etli kısım üstte olur. Bu uygulama sayesinde et, domates, soğan ve havucun tüm lezzeti pirince sinmesi sağlanır.
(Hazırlayan: Osman Mahdum)

16 Eylül 2010 Perşembe


ABDULKERİM MAHDUM'UN ŞİİR KİTABI YAYIMLANDI

Hayatının muhtelif safhalarında, çeşitli badireler yaşayan, Afganistan Türkleri'nin Lideri ve akil adamı Abdulkerim Mahdum'un; yıllar içerisinde vitrinlerin altında kalmaya yüz tutmuş, arşivlerinin arasında toz tutan şiir ve düşünceleri gün yüzüne çıkarılarak tek çatı altına toplanıp kitap haline getirildi.
Hayatını, tüm olumsuzluklara rağmen halkına adayan Abdulkerim Mahdum, gün geldi ağabeyinin ''şehitlik'' haberi ile sarsıldı. Ardından, kardeşi, Kemalettin Mahdum'un 'şehadet şerbeti' içmesi ve naaşının bir buçuk yıl içerisinde aramalardan sonra yerinin mucizevi denecek şekilde bulunması onu onulmaz acıların kıskacına bırakmıştı.
Son olarak, Taliban örgütü milislerince en küçük kardeşinin katledilmesi sonrasında yıkılan Mahdum, bahşedilen ömrünü, başından geçen olayları ve yaşadığı badireleri kaleme alarak kitap haline getirdi.
Abdulkerim Mahdum'un kaleme aldığı ve Kabil'de Arap alfabesi ile yayımlanan şiir topluluğu kitabında, dedesi Türkistan'ın Manevi önderi Halife Kızılayak, babası Seracettin Mahdum ve öz geçmişinden de çeşitli notlar yer almış.

GEÇER İNŞALLAH

Afganistan'da teze bolan çağalar,
Ganli günler sizden geçer inşallah.
Gaygırmanlar şöyle güni babalar,
Ganli günler sizden geçer inşallah.

Gün güllese geçmekliği gıyn bolmaz.
Zalım yolu bilen bu yol din bolmaz.
Yörekde ğalasa şu yol kıyn bolmaz.
Ganli günler sizden geçer inşallah.

Günasız kusursuz kiçik yaş oğlan,
Haysi ümit bilen eneden doğulan,
Yoksuzluk safalat içinde boğulan,
Ganli günler sizden geçer inşallah.

Pakıyr dir çağalara bu sözü,
Dünya halklarının açılsa gözi.
Çağa diyip bela diyip dağ bile duziy,
Ganli günler sizden geçer inşallah.

1998 Tokat/Yeşilyurt
(Hazırlayan: osman mahdum)

15 Eylül 2010 Çarşamba

(Abdulkerim Mahdum)

TOKAT TÜRKMENLERİ

Tokat ilinin Yeşilyurt ilçesinde yaşayan fakat Türkiye’ye Afganistan’dan göç etmiş olan Abdülkerim Mahdum Bey ve Türkmen soydaşlarımızı yaptığımız görüşmeler neticesindeki izlenimlerimizi köşemize taşımaktan onur duyuyoruz.
Öncelikle Abdülkerim Mahdum beyle alakalı bir hatırayı paylaşarak onu daha daha yakından ve çarpıcı bir şekilde tanımanızı arzu ediyorum.1986 yılında Tokattaki ülkücü ağabeylerimiz kendisi ile görüşmeye gitmişler. Sohbet esnasında kendisine tabi olan halkı ile alakalı bir soru sorulduğu esnada Afganlı yakıştırması kullanırken Abdülkerim Mahdum Bey’in ani bir tepkisi ile karşılaşıyorlar. Mahdum bey, ben Afganlı değilim, halkım da değil diyor ve elindeki aile şeceresini onlara gösteriyor. Buna müteakiben diyor ki; benim elimdeki soy kütüğümde atalarım Oğuz Kağan’a kadar dayanıyor diyor ve hiddetle ekliyor siz üç göbek atanızı sayabiliyor musunuz? Ülkücü ağabeylerimiz Mahdum Beyin bu milli hassasiyeti karşısında mahcubiyetle özür diliyor ve hemen hitaplarını düzeltiyorlar. Aslında bu diğer tüm Afganistan’ın Türk asıllı mültecilerinin karşılaştığı vahim bir tablodur.
Mahdum Bey’in mensup olduğu büyük aşiret 1917 ye kadar Türkmenistan’ın Kızılayak bölgesinde yaşıyordu. Rusların bölgeyi işgal çabası karşısında Mahdum Beyin dedesi cihat kararı alıyor ve 1922′ye kadar Ruslarla kıyasıya mücadele ediyor. Mühimmat sıkıntısı Türkmenlerde yoğun olarak baş gösterince hicret etme kararı alınıyor, istikamet Afganistan seçiliyor ve büyük göç başlıyor. Bu olay Afganistan tarihine önemli bir hadise olarak geçip Afganistan tarih kitaplarında yerini alıyor. Göçün hacmi bölgenin nüfus yoğunluğu göz önüne alındığında bölgenin demografik yapısını kökten değiştirecek türden bir hal arz ediyor, zira göç nüfusu takriben iki yüz bin askerden oluşuyor. Bu da Mahtum Bey’in ailesinin nüfuz alanının ne kadar geniş olduğunu bize gösteriyor. Göç ettikleri yere de kendi aşiret adları olan Kızılayak adını veriyorlar.1943 yılına gelindiğinde Mahdum Bey dünyaya geliyor. Mektep eğitimi tamamlayıp medrese eğitimine başlıyor. O yıllarda babası ve dedesi vefat ediyor ve henüz medrese eğitimini tamamlamamışken halkının baskılarına dayanamayıp1969-1970′li yıllarda milletvekili oluyor. Yaptığı icraatlar ise Türk milliyetliğine derinden hizmet eden icraatlar
mesela Türkçe eğitim, Türkçe radyo ve gazete bu yıllarda vücut buluyor. Ancak o yıllarda Davut Han, Kral Zahir Şahı devirip iktidarı ele alıyor. Devlet Davuthanı Mahdum Beye görev teklif ediyor, ancak teklif Mahdum Bey tarafından reddediliyor.1977′de bir Molla Cuma isimli elçiyi rahmetli başbuğumuzun huzuruna gönderiyor. O yıllarda Mahdum Bey Afganistan’da Erkin Türkistan İslam Partisini kuruyor. Partini amblemi BOZKURT! Köyde geçen yılları takiben Mahdum Bey nihayet 1978′de Türkiye’ye ziyarete geliyor. Afganistan yıllarında dahi sürekli irtibat halinde olduğu merhum başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey ile görüşüyor. Vardıkları mutabakat çerçevesinde her yıl 250 Afganistan Türkmenini Türkiye’ye daha doğrusu başbuğumuza emanet edip Türkiye’de eğitim almaları kararına varılıyor. Dönemin siyasilerinden Ecevit ve Demirel’le de görüşüp Afganistan’a dönme kararı alıyor. 1978 Türkiye dönüşü Afganistan yeniden kaynayan kazan haline geliyor ve Nur Muhammed’in Terakki Hareketi Davut Hanı deviriyor. Bu olayların üzerine Manisa Salihlide yaşayan Kazak liderleri onun Afganistan’a dönmesine razı olmuyor ancak ısrarlı tutumu karşısında müsaade etme durumunda kalıyorlar. afganistana döndükten 2 ay sonra terakki gücü tarafından tutuklanıyor ve sorguya maruz kalıyor. Sorguda Türkiye cumhuriyetiyle münasebetleri sık sık gündeme
getiriliyor. Mahdum Beyi zor durumda bırakmak
ve onu idam sehpasına göndermek için olmadık senaryolar üretiyorlar. Hatta 2 kez de idam sehpasına çıkartıyorlar. Sorgularda Türkiye’deki münasebetlerine şu cümleyle açıklıyor “Türkiye Cumhuriyetine akrabalarımı ziyaret gittim. Akrabam kim mi diye soracak olursanız 50 milyon tane var, hangi birisini sayayım”.14 aylık cezaevi süresince devam eden yıldırma yöntemleri sonuç vermiyor. Afganistan’da yeni bir devrim sonucu Babrek Karimal iktidara geliyor ve Mahdum Bey cezaevinden çıkıyor.
Ceza evinden çıktından sonra, Ruslarla mücadele yolları arayan Mahdum Bey dönemin devlet başkanı Babrek Karimal tarafından huzura çağrılıp muhabbetle karşılanıyor. Üst düzey parlamento görevleri tekliflerine rağmen Pakistan sınırına yakın bölgelerde görev almak istediğini belirtiyor. Asıl amacı Pakistan’a geçmek ve silah yardımı alıp Afganistan’da bir Türk ihtilali vasıtasıyla Ruslarla savaşmak olan Mahdum Bey istediği görevi alıyor.12 Eylül 1980 tarihinde Pakistan’a geçmeyi başarıyor. Kendisine Pakistan devleti tarafından ev tahsis ediliyor ve maaş bağlanıyor fakat silah yardımı talebi reddediliyor. Gönlünde sürekli olarak Afganistan’da savaşma iştiyakı olan Mahdum Bey, Afganistan’a geri dönemeyeceğini idrak ettikten sonra Pakistan’ın ev ve maaş yardımı teklifini reddedip Afganistan içerisinde yaşayan Türk soylu muhacirler adına Türkiye’ye iltica talebinde bulunuyor. Ancak teklifi kabul görmüyor ve Türkiye’ye gelme kararı alıyor.12 Eylül ihtilalinin akabinde gelen Mahtun Bey, Başbuğ Alparslan Türkeş cezaevinde olduğu için görüşemiyor. O sıralar göz hapsinde olan Süleyman Demirel’in yanına gidiyor ve Süleyman Demirel daha öncede zikrettiğimiz üzere Afganistan’da iki defa idam sehpasında yargılanan Mahdum Bey’e “Senin öldüğünü, idam olduğunu zannediyordum” cevabını alıyor. Daha sonra Manisa’daki Kazak arkadaşlarıyla görüşen Mahdum Bey, Hamza Uçar isimli arkadaşı
vasıtasıyla Tatar kökenli olan Ahmet İhsan Kırımlı isimli bir doktorla görüşüyor ve kendisi tarafından “Bir yardım isterseniz Pakistan’a gönderebilirim ve yazacağınız dilekçeyi Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in yaverine iletebilirim” yanıtını alıyor. Dilekçesini yazdırmak için gittiği arzuhalci dilekçeyi yazarken gözlerinden yaş geliyor ve Mahdum Bey’in ücretin ne kadar olduğu sorusuna “Bırakın sizden ücret almayı, elimden gelse para yardımında bulunmak isterdim” yanıtını alıyor. Bütün bunlar yaşanırken Pakistan’da yaşayan Türklerin ileri gelenleri siyasi parti kurmak için Mahdum Bey’den yardım istiyorlar. Kurulacak olan partide yetkili görev verilememesi kaydıyla yardım edebileceğini yardımcı olabileceğini zira kendisinin bu coğrafyada Türk Faşisti ve Panturanist olarak itham edildiğini ve bununda partiye zarar vereceğini söyleyen Mahdum Bey yoğun ısrarlara maruz kalıyor ve kendi kontrolü dışında partiye Genel Başkan oluyor. Partinin adını ise Afganistan Kuzey Vilayetleri İslami Birliği olarak belirliyorlar. Türkiye’ye 1981 yılında tekrar geliyor ve zamanının Başbakan Yardımcısı olan Turgut Özal’la görüşüyor ve Pakistan’a geri dönüyor. Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren Pakistan ziyareti esnasında ve Mahdum Bey’i Büyükelçiliğe çağırıyor. Kenan Evren tarafından büyük bir saygıyla karşılaşan Mahdum Bey, Kenan Evren’in bu tavrı karşısında çok etkileniyor. Büyükelçi, iltica talebi dosyasını Kenan Evren’in önüne koyuyor ve dilekçeyi Kenan Evren imzalıyor. Müjdeli haberi halkına ilan ettikten sonra göçmen listesini hazırlattırıyor ve 6000 kişinin Türkiye’ye iltica etmesini sağlıyor.
Türkmenlerin geleneklerine göz attığımızda ise bizim geleneklerimizle olan yakınlığını rahatlıkla görebiliyoruz. Türkmenlerde yeni doğmuş bebeğin şerefine doğum yemeği veriliyor. Bebeğin dişi çıktığı vakit köyün kadınları mısır patlatıyorlar ve köylülere dağıtıyorlar. Bebek yürüdüğü vakit ise çörek yapılıp dağıtılıyor. Çocuklar mektebe gitmeden önce nazar değmesin diye boyunlarına göz boncuğuyla dizilen bir kolye takılıyor. Türkmenlerde evlenme yaşına gelmiş bir delikanlı bir kıza gönlü varsa bunu ailesine iletiyor. Oğlan tarafı bir kadın gönderip kızın oğlana meyilli olup olmadığını öğreniyor.Sonuç müspet olduğu takdirde oğlan tarafı kız tarafına bizde olduğu gibi istemeye gidiyor.Kız isteme merasiminden sonra kızın babası hanımını kızın yanına göndertip kızın isteyip istemediğini öğreniyor. Kız rıza gösterdiği takdirde başlık parası belirleniyor.Oğlan tarafı düğünden 10 gün önce hediyeler götürüyor ve buna Türkmenler “dokuzluk” adı veriyorlar.Kız tarafı ise katmer yapıp oğlan tarafına gönderiyor.Düğünde bol altın takılıyor,para vermesi için damadın kalpağı çalınıyor,30-40 koyun kesiliyor.Bir Türkmen düğünü Mahtun Bey’in ifadesiyle bugünün 200.000.000YTL’sine tekabül etmektedir.Türkmenlerde de kız kaçırma olayları mevcut. Eğer babası kızını sormadan bir başkasına nişanlarsa kız gönlü olduğu bir başkasına kaçıyor.Türkmenlerde ölümden sonra ölen için sadaka veriliyor.Namaz borcu olarak her zaman ölüm yıldönümünde ihtiyacı olan birine altın veya para veriyorlar.Ölünün ardından bizde de olduğu gibi 3-7-40, ve her yıl dönümü günlerinde Kur’an okuyorlar ve ölen kişiye dua ediyorlar. Bize Afganistan Türkmenlerinin geleneklerini ve kendi hayat çerçevesi içerisinde Afganistan’ın Türk soylu mültecilerinin göçünü anlatan Han soyuna mensup yaşayan bir kahraman olan Sayın Abdülkerim Mahtun Bey’e ve Tokatlı ülküdaşlarımıza sevgi ve saygılarımızı sunarız.
Tanrı Türkü Korusun
Oğuzhan Çelik / Ülkü Ocakları Eğitim Kültür Vakfı / Genel Bşk.Yrd
(Kaynak: Gün Türk)


22 Ağustos 2010 Pazar

BÜYÜKELÇİ MEMDUH ŞEVKET ESENDAL'I GÜNEY TÜRKİSTAN TÜRKLERİ OLARAK DAİMA MİNNETLE YAD ETMELİYİZ
Biz güney Türkistan ahalisi olarak, Milletvekili, Yazar ve Büyükelçi Memduh Şevket Esendal'ı daime minnet ve şükranla anmaktayız.
O bizim adeta bir kurtarıcımız, bağımsızlık ve özgürlük mücadelecesi olan biz halka, en dar günümüzde yüce Türk halkının sıcak elini göstererek Afgan topraklarında himaye etmiştir.
Sayın Rıza Bekin'in, Büyükelçi Memduh Şevket Esendal hakkında hazırlamış olduğu şu yazıyı her Güney Türksitan'lı gençlerin mutlaka okumasını istiyorum.
1919-1920'li yıllarında Rusların Afgan Hükümetine büyük baskıları vardı. Türk cumhuriyetlerindeki soydaşlarımız (özellikle Türkmenistan ve Özbekistan’dan) büyük kitleler halinde kaçarak Afganistan’a sığınıyorlardı. Bolşevik ihtilaline karşı direnen ve elinde yeterli miktarda mühimatı kalmadığı ve komünist zulmünden kaçan bu kardeşlerimiz sınıra yakın bir bölgede bekletilmişlerdi.
Moskova, bunların iadesini talep etmiş, Afgan hükümetinden olayı öğrenen büyükelçi Memduh Şevket Esendal, durumu derhâl Ankara’ya bildiriyor ve akabinde Başbakan Serdar Haşim Han’a giderek bu konu hakkında görüş alışverişinde bulunuyor.
Esendal, bu insanların yetenekli, tahsilli, tüccar ve çiftçi olduklarını ve gelecekte bu insanların Afganistan’ın gelişmesine büyük katkılar sağlayabileceğini ifade ederek, bu kardeşlerimizin Afganistan’ın kuzeyindeki Kunduz bölgesinde iskân edilmelerini sağlamıştır.
Esendal, yıllar sonra bu fikirlerinde haklı çıkmıştır. Kunduz bölgesi bu çalışkan ve yetenekli insanlar sayesinde ekonomik açıdan canlanmıştır. Dünyaca meşhur astragan kürk üretimi bu sığınmacı Türkler sayesinde gelişmiş ve Afganistan’ın başlıca ihraç ürünü olmuştur. Memduh Şevket Esendal, Sovyetlerden kaçarak Afganistan’a sığının Türklerin kuzey bölgesine yerleşmelerini sağlamakla bu bölgede Güney Türkistan’ın doğmasına vesile olmuştur.
Afgan Türklerinden olup, askeri okullarda öğrenim gören Özbek ve Türkmen öğrencilerin Kabil’deki askeri okullardan çıkarılmaları, kayıtlarının silinmesi için, Moskova, Afgan hükümetine baskı yapmış, nota vermiştir. Baskılara dayanamayan Afgan hükümeti bu Türk kökenli öğrencileri okullardan atmıştır. Bu öğrencilerin büyük bölümü Esendal tarafından Türkiye’ye gönderilmiş. Bu öğrencilerin çoğu albay rütbesine kadar yükselmiş, bir kısmı diğer üniversitelere geçiş yaparak profesör ve doktor olmuşlardır.
Örneğin; Türkmen aşiret reislerinden birinin oğlu olan Nizamettin Alatlı, Harp Okulunda okumuş, topçu subayı olarak Türk ordusunda uzun yıllar hizmet etmiş, albaylıktan emekli olmuştur.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

HALİFE KIZILAYAK, HAYATI BOYUNCA ÇOK SADE BİR HAYAT YAŞADI ASLA ŞAN VE ŞÖHRETE ÖNEM VERMEDİ
Halife Kızılayak, hayatı boyunca Peygamber Efendimiz Hz. Muhammet (SAV)’in hayatını örnek alan, farz, sünnet, vacip tüm vecibeleri yerine getirmeye çalışan, takva bir insan olarak tanınmaktadır.
8 yaşından itibaren beş vakit namazını hiçbir zaman kaza kılmayan Halife Kızılayak, kimsenin kalbini kırmadan, daima sevgi ve şefkat aşılamaya çalıştı. Gerek sözleriyle, gerekse ameliyle İslam şartlarına harfiyen uymuş, onu yaymak için de çok çalışmıştır.
Hayatının büyük bir bölümünü cihatla süslemiş olan Halife Kızılayak, kendisine gösterilen saygı ve hürmetten dolayı kesinlikle kibir ve gurura kapılmamıştır. Her haliyle çok mütevazı bir kişiliği olduğu söylenmektedir.
Herkese çok iyi davrandığı, hatta kendisine kötü davrananlara bile hoşgörülü ve çok sabırlı olduğu söylenir. Kimseyi incitmemeye dikkat eden Halife Kızılayak’ın ‘’çocukluğumda sapanla bir serçe vurmuştum. Bunu her hatırlayışımda korkudan kalbim titriyor.’’dediği bilinmektedir.

ÇOK AZ UYURDU

Daima kıble tarafına dönerek oturmaya özen gösteren Halife Kızılayak, çok az uyumaya çalışırdı. Seyit evlatlarını çok sever ve onlara daima saygı gösterirdi.
Şöhretin çok zararlı olduğunu daima ifade eden Halife Kızılayak, Peygamber efendimizin bu konudaki ‘’Şöhret afettir.’’ Hadisine istinaden ‘’Koşandan yürüyen, yürüyenden duran, durandan oturan, oturandan yatan daha iyidir” buyururdu.
Afganistan halkını bir hicret beklediğini ve önce davrananların kurtulacağını, sona kalanların ise çok telef olacağını söylerdi. Rusya ile çok sıkı irtibat kurulacağına, hatta iki yurdun bir olacağına işaret ederdi. ‘’İslamı yaşamak avuç içinde köz tutmaktan daha zor’’ olacağını söylerdi.
Çocukları çok seven Halife Kızılayak, bazen torunlarını kucağına alarak, hem sever, hem de hıçkıra hıçkıra ağlardı. Öyle bir ağlardı ki gözyaşları sakalının ucundan damlardı. Bu ağlamasının sebebi sorulduğunda da; ‘’ onların doğduklarına seviniyorum, ama görecekleri günler için de ağlıyorum’’ derdi.
Dünya malına aşırı önem gösterenlere, ‘’altın alma, dua al. Dua altından daha kıymetlidir’’ derdi.
Hiçbir zaman kahkaha atarak gülmeyen Halife Kızılayak, kahkaha atarak gülenlere de ‘’Sırat köprüsünü geçmeden nasıl gülebiliyorsunuz, şaşıyorum. Müslüman sıratı geçtikten sonra güler’’derdi.
Halife Kızılayak’ın bulunduğu dönemlerde Kızılayak kasabasında Ramazan ayları bir başka olurdu. Özellikle Mevlit kandili ayrı bir güzellikte ihya edilirdi. O günlerde ülkenin her tarafından akın akın insanlar gelirdi. Herkes toplandıktan sonra Halife Kızılayak’ın odasında, kendi oturduğu yerde, boyunun yüksekliğinde bir yerde duvara yapışık duran özel sandukada bulunan Sakal-ı Şerif ile Şah-ı Nakşibendî hazretlerine ait Hırka-i Şerif başlar üzerinde getirilir, özel olarak yapılmış ve baş hizasında bulunan mevkie konulurdu.
Örtüler edeple ve salâvatı şerife okunarak açılır. Sonra belli bir tertip içerisinde notlar okunur, Kuran-ı Kerim okunur ve konuşmalar yapılırdı. Daha sonra Hırka-i Şerif oraya gelenlerin arasında dolaştırılır, edep ve ihlâs ile öpüp kollanırdı. En sonra da şerbet ikram edilir, dualar okunarak meclise son verilirdi.
Halife Kızılayak’ın dergâhında her akşam büyük kazanlarda yemek pişirilerek halka dağıtılırdı. Fakir aileler evlerine buradan yemekler götürürlerdi.
Ayrıca her perşembe günü özel yemekler pişirilerek fakir fukaralara dağıtılır. Çok ağır şartlarda yaşayan fukaralar için bu kapı bir ümit kapısıydı. Her gün yüzlerce bazen binlerce misafir gelir bu dergâhı ziyaret ederdi. Her gün belli bir ölçüde pişirilmesine rağmen her zaman kâfi gelirdi.