23 Aralık 2011 Cuma

CENABI ALLAH'IN SEÇKİN ORDUSU

(TÜRK ASKERLERİ)
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar.




İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide Süresi 54. ayet)




Birgün Yavuz Sultan Selîm Han, sırdaşı Hasan Can’ı, huzûruna çağırttı. Sohbet esnâsında ona:
“–Anlat bakayım Hasan, bu gece nasıl bir rü’yâ gördün?” diye sordu.
Hasan Can, anlatmağa değer bir rü’yâ görmediğini söyleyince Yavuz:
“–İnsan bütün bir gece uyur da hiç rü’yâ görmez mi? Herhalde bir rü’yâ görmüşsündür..” diye ısrar etti.
Birşey hatırlayamayan Hasan Can, mahcûb oldu. Daha sonra bir vesile ile rü’yâyı Kapıağası Hasan Ağa’nın gördüğünü öğrendi ve kendisine anlattırdı. Ağa şöyle dedi:
“–Bu gece Harem dâiresi nûr yüzlü kimselerle doldu. Sultanın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zâtın elinde Sultanımız’ın sancağı vardı. O zât bana dedi ki:
«–Biz neye geldik, bilir misin?»
Ben de:
«–Buyurun!» dedim.
Bunun üzerine:
«–Şu gördüğün mübârek kişiler, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbıdır. Hepimizi Rasûl-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultan Selîm Han’a selâm söyledi ve buyurdu ki: “Harameyn’in (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!..”
Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömeru’l-Fârûk, bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn’dir. Ben de, Alî bin Ebî Tâlib’im. Bunu var Sultan Selîm Han’a müjdele!..» dedi ve âniden hep birlikte gâib oldular.”
Hasan Can, Hasan Ağa’nın rü’yâsını Sultan’a aynen nakletti. Pâdişâhın mübârek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak:
“–Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me’mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdâdımızdan her biri evliyâlıkdan nasîbini almışlardır. Her birinin nice kerâmetleri vardır…” dedi.
Meğer ki Sultan da, o gece aynı rü’yâyı görmüş!
Bu mânevî işâretlerle takviye edilen Yavuz:
“–Hasan Ağa da dîvânda bulunsun! Tez Mısır seferi hazırlıklarına başlansın!” dedi ve 1516’da Mısır seferine çıktı.
Yavuz, Mısır Memlükleri’nden, daha önce İran’a yardım etmeyeceklerine dâir ahid almıştı. Onlar, bu ahdi nakzettiklerinden üzerlerine yürüdü. Memlûk ordusu ile Mercidabık Ovası’nda karşılaştı. Onları, kesin bir şekilde mağlûb etti.
Ancak, bu zaferin ikmâli için Mısır’a ulaşması stratejik bir zarûretti. Bunun içinse korkunç Sînâ Çölü’nü geçmek gerekiyordu. O, bu güç işi, hiçbir zâyiat vermeden, herhangi bir ikmâl güçlüğü çekmeden onüç günde başardı. Büyük bir askerî dehâ sayılan Napolyon bile, Yavuz’dan üçyüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardır. Birinci Cihân Harbi’nde, yeni tekniğin verdiği imkânlarla bile bu çölün, ancak onbir günde geçilebilmiş olması düşünülürse, Yavuz’un yaptığı işin azameti daha iyi anlaşılır.
Paşalar ve askerde bu çölün nasıl geçilebileceğine dâir büyük tereddüdler vardı. Bu amansız çöl, sanki gündüz cehennem; gece ise, bir buz diyârı idi. Artı 50 ile, eksi 20 arasında değişen bir iklîme sahipdi. O sanki kumdan bir denizdi.
Lâkin Yavuz’un azmi ve kat’î kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askerî erkân, hayret ve dehşet içinde idi. «Atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultan, niye atından indi, yürümeye başladı?» diye fısıltılar başladı.
Bu dehşet içinde askerî erkân da, atlarından inip yürümeye başladı. Paşalar, Yavuz Han’ın can-ciğer arkadaşı Hasan Can’a:
“–Ne olur Hünkâr’a sor. Bu acep ne işdir?” dediler.
Hasan Can, Yavuz’a merakla, bu hâlin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz:
“–Hasan görmüyor musun; önümüzde Allâh’ın Rasûlü Fahr-i Kâinât -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz yürüyor?!. O Âlemler Sultanı yaya yürürken biz nasıl at üzerinde olabiliriz?..” dedi.
Yavuz’un aşağıdaki şiiri de, O’nun, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e karşı olan hürmet ve muhabbetini ne güzel ifâde eder:
Ey kerem kânı Rasûl-i Kibriyâ
Kemterindir bu Selîm-i pür-hatâ
Dergehinden ilticâ eyler atâ
El-meded vey ma’den-i nûr-i Hudâ
İşte bu büyük muhabbet ve hürmetin bir bereketidir ki, Yavuz ve ordusu, girmiş oldukları korkunç Sînâ Çölü’nü, bir bulutun altında, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetleri ile onüç günde geçtiler. Mısır’ı fethettiler.